Tevfik Aytekin'in, farklı kültürel ve sosyal altyapılardan gelen üç kadının öyküsünü anlattığı Sardalya Mevsimi adlı kitabı okurla buluştu. Sayım Çınar, Tevfik Aytekin’le özel bir röportaj gerçekleştirdi..
Bir kadının bütün ömrü dört mevsime sığdırılacak olsaydı, o mevsim Sardalya Mevsimi olurdu. Sardalya Mevsimi işte o üç kadının, Buket, Şoger ve Sevda üzerinden bütün kadınların hikâyesini anlatıyor.Doğuyla Batı arasında yaşayan insanların dünyadaki bütün kültürlerle iç içe geçmiş yaşamını, Akdeniz’in köklerindeki birbirinden etkilenmiş çok kültürlü tarihi, insanoğlunun ortak köklerini, göçmen işçileri, varoluşçuluğun mücadelesini anlatıyor Sardalya Mevsimi. Kitap, Büyükada Yayıncılık tarafından okura sunuluyor.
Sardalya Mevsimi üç kadın üzerinden bütün kadınların hikâyesini anlatıyor. Bize bundan bahsedebilir misin?
Dünyadaki bütün kadınların sevinçli oldukları anlarda, acılı saatlerinde, gülüşlerinde, hüzünlerinde benzerlikler gördüğüm gibi yaşadıklarında da eşdeğerlikler görüyorum. Eğer yaşanılanlar başka coğrafyalarla benzerlik göstermeseydi, roman dünyanın dışına düşebilirdi. Romanın dünyanın içine düşmesini sağlayan da mücadeleci kadınlardır. Bir kadın yalnız kaldığı anlarda nasıl kendine sarılıyorsa, içine kaç heykel yıkıldıysa bir kadının ve yine o bütün yıkıntılar, zorluklar içinden çıkmış kadınların öyküsü aslında Buket, Şoger ve Sevda’nın yaşam hikâyesi. Bir erkeğe göre bütün kadınlar kendini didikler. Bir kadın elbet daha çok anlaşılmak isteyecektir. Buket, Şoger ve Sevda üzerinden bütün kadınları anlamaya gayret ettim.
“Hayat, saklı kalmış duygularımızı gizleyecek kadar uzun değil” demekle kast ettiğin şey aslında neydi?
Bu bir tekâmül cümlesi aslında, insanın kendini gerçekleştirmesine yardımcı olabilecek bir cümle. İnsan cildini soyar gibi kendini soyarsa, yaşama ve diğer insanlara karşı ne kadar gerçek davranırsa, bütün maskelerini, kendine biçilmiş rolleri terk ederse eğer, üzerine atılı yahut kendi seçtiği kimlikleri bırakırsa insan, ne kadar gerçek olursa o kadar mutlu olacaktır demek istiyor. Eğer gizli duyguların arasında karanlık olanları varsa, onlarla yüzleşip onları da dengelemesi gerekir.
Roman Peru ve Kıbrıs’ta geçiyor. Okuduğum da mistik, ezoterik tarafları olduğunu, Halil Cibran’dan Ömer Hayyam’dan da bahsettiğini gördüm. Bize biraz bahsedebilir misin?
Varoluşçuluktan bahsederken romanın klasik bir ruhçuluğun peşinden gittiği, post-modern inanışların peşinden gittiği oluyor. Fakat roman sadece mistik, ezoterik devam etseydi, varoluşçuluk açısından biteviye düşebilirdi. Sonra o yüzden varoluşçuluk felsefesinin öncüleri olan Sartre, Jaspers, Marcel, Kierkegaard ve Nietzche’nin peşinden gidiyor. Karakterlerin yaşamında varoluşçuluğun bütün tarafları görülebilir. Roman benim gibi Doğuyla Batı arasında yaşayan insanların yaşamını anlattığı için, Cibran ve Hayyam’dan bahsetmemek olmazdı. Diğer bir sebebiyse pek tabi onlar okunsun da istiyorum.
Peki, Doğuyla Batı arasından yaşayan insanların yaşam hikâyelerinden bahsetmenin sebebi nedir?
Ben de Doğuyla batı arasında doğdum ve yaşıyorum. Elbet kendi köklerimden beslenerek yazmalıydım. O sebeple romanın Gılgamış Destanı, Yunan Tragedyası, Mitolojiden beslendiği tarafları var. İçinde onlarla eşdeğer söylenceler yaratma isteği oldu. Doğuyla Batı arasında yaşayan insanlar dünyanın bütün köklerinden beslenebildiği gibi, onların bütün dünyayı ve yaşamı birleştiren kökleri görebileceği donanımları oluyor. Ben insanın artık yeni bir kimliğe ihtiyacı olduğunu, var olan bütün kimliklerinde yeniden tanımlanmasına ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Eğer bütün kökleri birleştiren kandilleri görebilirsek eğer, herkes kendi özgünlüğünde kalabilir, bütün özgünlüklerimiz işbirliği içerisinde yaşayabilir.
Varoluşçuluğu yaşama nasıl çekiyorsun?
Tekâmül ise konu, insan Uzak Doğu’da şefkat ve kayıtsızlıkla, bizler yaşama kayıtsızlıkla bakamayız. Doğuyla Batı arasında yaşayanlar kendi kendileriyle göğüs göğse dövüşerek, daha batı söz konusu olursa doğa ile tekâmül eder insan. Eski Mısır’da maji ile tekâmül ederdi insanlar. Tekâmül her nasıl coğrafyaya göre değişebiliyorsa, yaşamın kendisinde de değişen farklılıkları var. Orta halliler mistik, ezoterik, post-modern inançların peşinden daha kolay gidebilirken, çok daha az kazanan insanlar yaşadıkları hayatın bedelini ödeyerek yaşıyor varoluşunu, geliri çok yüksek olanlar ise satın alabildikleri kadar öder bu bedeli. Roman’da göçmen iki davulcu var. Romanın başkişisi Buket bir Yargıç kızı, Humi spiritüel bir insan. Zargana Kemal’in bir yönetmen fakat babası Odesalı Kosti, kendisi ve oğlu suça bulşamış insanlar. Şoger ise bir Ermeni.
Roman’da yaşamın farklı sınıflarından insanlar olduğu gibi, farklı kültürlerden insanlar ve tarih de var. Biraz bundan bahsedebilir misin?
Kıbrıs’ın çok kültürlü ve derin bir tarihi var. Aslında bana bu imkânı Kıbrıs sundu. Ve her romanda karakterlerin önemi olsa dahi, daha önemli olan mekanın ruhudur diye düşünüyorum. Kıbrıs Lüzinyan dönemi, Venedik dönemi, Osmanlı dönemi, İngiliz dönemi gibi dönemler geçirmiş. Türkler ve Rumların dışında Ermeniler ve Yahudiler, Kıptiler, Nasturiler yaşamış, eserler bırakmışlar. Gotik mimari Kıbrıs’ta gündelik yaşamınızda her an görebildiğiniz bir mimari. Roman’da hepsini bulabilmek mümkün, Doğuyla Batı arasının, Akdeniz’in zenginlikleri bunlar.
Kadın kimliğinin farklı bir tarafı da var romanda, bunu bize biraz açabilir misin?
Yakın zamanda dünyayı kadınların yöneteceğini düşünüyorum. Kadınlar yönetecek deyince erkekler biraz korkuyor ve bunu şu an ataerkil yönetim gibi hayal ediyorlar. Oysa yönetmek derken daha farklı bir dünyadan bahsediyorum.
Sardalya Mevsimi ismi nasıl oluştu peki?
Sardalya Mevsimi ismi roman bittikten sonra oluştu. Sardalya ismi Jung’un ‘Masallarda hayvan biçimindeki ruh simgeciliği’ne yapılan bir atıf.