Murat Fıratoğlu: "Hemme'nin duygusu beni motive ediyor"

RÖPORTAJ

“Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” filmiyle Murat Fıratoğlu, aynı ay içinde önce Venedik Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü aldı, sonra Nuri Bilge Ceylan’ın jüri başkanlığını üstlendiği Adana Altın Koza Film Festivali’nde “En İyi Film” ödülünün sahibi oldu. Hal böyle olunca; avukatlıktan sinemaya uzanan kendi öyküsünü, gelecek planlarını, “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”ni konuştuk Fıratoğlu’yla.

Heyecan galiba beni ayakta tutan ve mesleğime olan tutkumu ateşleyen tek şey! Ve maalesef son yıllarda sinemada, tiyatroda, dizide hatta dijital içeriklerde bile birbirini tekrar eden konular, çatışmalar, ödül garantili konseptler, aynı oyuncular, aynı müzikler, aynı estetik kaygılarla dolu işler izliyoruz. Ülkenin kutuplaşmış hali sanatsal içeriğine de yansıyor. Hep bir taraf tutuluyor ve intikam duygusu yine herkesi ele geçiriyor. Mazlumun zalime dönüşme hikayesi hepimizi yine kalbimizden vuruyor. Ve her şey kendini tekrar ediyor. İşte tam böyle bir dönemde 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin ulusal yarışma seçkisinde yer alan bir film izledim. Venedik Film Festivali’nde Orizzonti bölümünde yarışan ve “Jüri Özel Ödülü”nün sahibi olan “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” Adana Altın Koza Film Festivali’nde de “En İyi Film” ödülünün sahibi oldu. Murat Fıratoğlu’nun yapımcılığını, senaristliğini, oyunculuğunu ve yönetmenliğini üstlendiği film; küçücük hikayesiyle kocaman bir soruna insanın içinde halay çektiren bir önerme sunuyor ve sinemanın insanı heyecanlandıran tarafını size yeniden hatırlatıyor. En azından benim için öyle oldu! Öfkeyle çıkılan bir yolda bir insanın kendine yüklediği duygulara ve o yükü atışına şahit olduğumuz film finaliyle de dikkat çekiyor. Zira toplumu yan yana, omuz omuza bir kavgaya davet ediyor. Ancak bu kavga bildiğimiz gibi değil! Kavga Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki halayın adı… Herkes omuz omuza kıran kırana oynuyor bu halayda! Bu halayda sınıf yok, ast-üst yok, Kürt-Türk-Laz yok, güzel-çirkin, zengin-fakir yok. Bu halayda sadece insan var, birliktelik var, coşku var, diyalog var. Filmi bazı eksiklerine rağmen heyecan verici bulduğumu anladınız. İşte tam bu nedenle “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”nin yaratıcısı, yapımcısı, oyuncusu ve yönetmeni Murat Fıratoğlu’yla buluştuk ve Nuri Bilge Ceylan’ın da “Sineması beni heyecanlandırdı” dediği Murat Fıratoğlu’yla kendi hikayesini konuştuk. Yani biz Hemme’lendik efendim, sıra sizde…

DENİZE DOĞRU GİTMEYİ ÇOK İSTERDİM

- Filmi konuşacağız ama ben biraz da seni tanımak istiyorum. Şanlıurfa Siverek’te büyümüşsün. Marlon Brando “Annemin Öğrettiği Şarkılar” kitabında oyunculukla içsel tanışmasını bir anısıyla anlatır. 6 yaşında anne ve babasının şiddetli bir kavgasını dinlerken merdivene oturup kulaklarını kapattığını ve o an kendisinden çıkıp başka karakterler yarattığını söyler. Peki, senin sinemayla içsel tanışma hikayen nasıl başladı?

Filmde izlediğiniz gibi avlusu olan bir evde büyüdüm. Kalabalık bir aileydik, 10 kardeşiz biz. Bahçemizdeki elma ağaçlarını hatırlıyorum. 10 kişi o avluda yattığımız zaman yıldızları görürdüm. Evin en küçüğü olduğum için gerçekten sevgiyle büyüttüler beni… O sevgiyi hep hissettim. Keyifli bir çocukluğum oldu. Bunun içerik üretiminde önemli olduğunu düşünüyorum. Benim ailem fotoğrafçıydı. Ben de 8 yaşından itibaren ağabeyimin dükkanında çıraklık yaptım. Ve 12 yaşıma geldiğimde fotoğraf için nasıl ışık yapılır biliyordum. Boyum yetişmiyordu ama vesikalık fotoğraf çekiyordum. Daha sonra dükkânda boş durmaktan canım sıkılmaya başladı. Kütüphaneden kitaplar alıp okudum. Çok meraklıydım, ansiklopedileri karıştırıp her şeyi öğrenmek istiyordum. Bizim oralarda, Siverek’te hep denize bir özlem vardır. Çünkü deniz çok uzak! Şehirlerarası otobüsleri giderken gördüğümde ben de gitmeyi, denize doğru gitmeyi çok isterdim. Sonra Yavuz Turgul’un Eşkıya filmini izledim ve o filmin, karakterlerin etkisinde çok uzun süre kaldım. Andrey Mişkin diye bir karakter vardı. Hatırlar mısın?

- Tabii ki!

Cumhuriyet Oteli’nde bir kamera hareketi vardır, bütün odaları görürüz. Orada “Sen de artık vatanına dönmelisin Andrey Mişkin, kendi topraklarına gömülmelisin” diyaloğu söylenir. Bu çok hoşuma gitti ve “Ben de böyle hikayeler anlatmalıyım” dedim.

- Galiba her şey dönüp dolaşıp aileye dayanıyor. Fotoğrafçı ailede büyümek aslında seni ışık ve gölgeyle tanışmaya itmiş.

Kesinlikle öyle! Edebiyat ve şiirle de ağabeyim nedeniyle ilgiliydim. Benim vefat eden bir ağabeyim var. O şiir yazardı, entelektüeldi. Nietzsche okurdu, evde bir sürü kitap olurdu. Biz okumaya meraklı bir aileydik. Bence sana ne verilirse oradan ilerlersin, bana bunlar etki etti.

FEVRİ BİR İNSANDIM

- Ne zamana kadar Siverek’te yaşadın?

18 yaşıma kadar orada yaşadım. Sonra Diyarbakır’a üniversite okumaya gittim.

- Film gösteriminden sonra söyleşide “Babam hukuk okumamı istedi ve ben onu dinledim” dedin. Senin gönlünde sinema okumak mı vardı?

Hayır. Sinemacı olacaktım, film çekecektim ama sinema okumayı hiç düşünmedim. Ben siyasal bilgiler ya da sosyoloji okuyacaktım ama sinema yapacaktım. O zaman Boğaziçi ya da Galatasaray Üniversitesi’ni kazanmak istiyordum ve bayağı çalıştım ama okul puanım düşük olduğu için olmadı. Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Çok üzüldüm. Hatta ilk yıl okula gittim ama ikinci yılımda hem okula, hem de dershaneye devam ettim. Amacım tekrar sınava girip İstanbul’a gelmekti.

- Aslında denize gelecektin…

(Gülümsüyor) Derecelik öğrenciydim, sınava girdim ama bir şeyler ters gitti ve olmadı. O an idrak ettim. Ben zaten bir üniversitede okuyorum, üniversiteyi kazanmışım. Rahatladım, yoluma devam ettim.

- Film çekmeye ne zaman başladın?

Üniversitede üçüncü sınıfta Diyarbakır Sinema Kulübü’ne gittim. “Siz de ekipman varmış, ben film çekmek istiyorum” dedim. Orada sürekli film izliyorduk. Her ay bir yönetmen sineması vardı. Düşünsene Jim Jarmush, Bergman, Anderson filmleri izliyoruz. Sinema Kulübü’nde Çetin Baskın, Abdurrahman Öner, Ali Kemal Çınar’la tanıştım. Çetin, Apo ve ben aynı evde kalıyorduk ve evimizin tamamı afişlerden oluşuyordu. Ben sabah okula ve kütüphaneye gider çalışırdım, akşam evde film izler, tartışırdık. Çetin ve Abdullah da inanılmazlardı. 22 yaşında uzun metraj film çekmeye kalktım ben… O zamanki şartlardan yapamadım. Fevri bir insandım o zaman… Daha sonra vefat eden amcamın belgeselini çektim; Saman Tozu… Ardından Bütün Mümkünlerin Kıyısı’nı çektim. Ama ben kısa filmlerimi çekip bir yere göndermiyordum, kendime çekiyordum. Sonra avukatlık stajı, askerlik, çalışma hayatı başladı ve İstanbul’a yerleştim, avukatlık başladı.

- Filmleri çekip göndermemen ilginç!

Neden böyle yaptığımı bilmiyorum. Sanırım Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri için bu kadar para harcamasaydım, aynı döngü devam ederdi.

SİNEMA BENİM AKCİĞERİM GİBİ

- Mesleğin sinemadaki hikaye anlatıcılığına çok şey katmıştır…

Eğer içerik üretmeyi düşünüyorsan ve bununla ilgili zihinsel bir üretimin varsa benim mesleğim hikayelerle dolu! Avukatlık dediğin şey acıyla ilgili bir şey! İcra borcu olan insan var, boşananlar zaten acı çekiyor, ticari dediğin konu iki insanın anlaşamaması üzerine kurulu… Avukatlık anlaşmama üzerine kurulu bir şey! İki insan varsa hukuk vardır diyoruz ya, iki insan varsa çatışma da vardır. Durmadan bir çatışma içindesin. Ve o çatışma içerisinde sinemacı gözün varsa sen evden çıktığın zaman kendine nefes almaya başlıyorsun.

- Bu çatışmanın ortasında nefessiz mi kaldığını hissediyorsun?

O noktada sinema benim akciğerim gibi… Nefes almamı sağlıyor.

- Gelelim Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’ne… Kısa filmlerden sonra nasıl karar verdin uzun metrajlı film yapmaya…

Benim hep hayalim film yapmaktı. Hatta çevremdeki herkes benden sıkılmıştı. Çünkü sürekli hikaye anlatıyordum. Konuşacağına yap noktasına geldiğimde ağabeyimin hastalık süreci başladı, ardından annem hastalandı. Pandemi devreye girdi. 5-6 sene ertelemek zorunda kaldım. Daha sonra Siverek’e gittim ve her şeyi kendim yaparak çekime başladım. Bu defa da covid oldum ve durduk. Bir yıl sonra kalanını çekebildik. Önce “Ciğerci Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri” adı aklıma geldi. Açıkçası ilk adı cezbetti beni ve filmi çekmek istedim. Şimdi izlediğiniz gibi domates kurutma işi değil, ciğerci olarak tasarlamıştım hikayeyi. Bir yıl sonraya kalınca domates ve tuz fikri aklıma geldi. Beni çok zorladı ama içime sindi.

ÖZGÜN OLMAK MEŞAKKATLİ BİR İŞ

- Filmi izlerken Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi’ni de düşünüyorsun, Abbas Kiyarüstemi’nin Arkadaşımın Evi Nerede filmini de… Hatta Nuri Bilge Ceylan’ın ilk filmlerini de hatırlatıyor. Filmin onlara benziyor diyemem ama bir etkisi olduğunu düşündüm…

Şunu samimiyetle söyleyebilirim ki, yazarken de çekerken de bu tarz esintilerden beslenseydim bunu açıkça söylerdim. Ama film bittikten sonra baktığımda Abbas Kiyarüstemi, Yavuz Turgul, Yılmaz Güney’in ruhu olduğunu gördüm. Açıkçası özgün olmak meşakkatli bir iş. Kitap yazarken özgün olmak konusunda daha özgürsün. Ama sinemada bir para var, ekip var, bir sürü faktör var. Bunları bir araya getirdiğin zaman özgünlük yaratmak çok zor! Bir de Fatih Akın’ın bir belgeselini izlemiştim. Onun söylediği bir şey benim çok hoşuma gitti. “Kısa ve acısız çektim” demişti. Onun kendi filmine karşı naif tavrı benim de kendi filmime karşı naif tutumumu sağladı. Ben filme karşı çok acımasızdım. “Bu film olmayacak” dedim.

- Olduğuna nerede ikna oldun?

Frıncı sahnesinde iki kumru dolaşıyor ya, resme baktım ve “İnanılmaz oldu” dedim. Avlu sahnesini çekerken iki tane yeğenim kameraya bakmayıp doğal olunca “Tamam” dedim. Sahne sahne baktım duruma. Çok zorlayıcı bir durumdu benim için.

- Filmin jeneriğinde neredeyse herkesin soyadı Fıratoğlu. Ailen ve akrabaların oynuyor, sen başroldesin. Nasıl zorlayıcı olmasın…

İşin o kısmı ağır! Ailen sana çok destek olmak istiyor. Onların desteğini görüyorsun ama bir yerde de rahatsız oluyorsun. İnanılmaz büyük bir konfor fakat zihinsel açıdan da inanılmaz büyük bir baskı yaratıyor. Çekimler sırasında para bitti ve kredi çekecektim. Uygulayıcı yapımcım Mustafa “Arkadaşlarından, ailenden iste” dedi… Ben isteyemem. Yazarken de kimseyi aramadım, arasam konuşamazdım. Sonunda arkadaşım Çetin Baskın’ın eşi Elif banka kredisine kefil oldu ve filmi bitirdim.

BERKAY ATEŞ ÇOK GÜZEL EYÜP OLURDU

- Öfke çok hızlı gelen bir şey ve insanı hemen ele geçiriyor. İnsan bir saniyede katil olabiliyor. Hareket etmeye de çok inanırım. “Öfkelendiğinde hareket et” derim daima. Eyüp’ün sinirle çıktığı yolculuğu boyunca seyirciyi de o yürüyüşe dahil etmesi, durum komedileri yaratması ve sonunda kavgayı halayla bitiren naif anlatımı Hemme’nin Ölmediği Günlerden Biri filmini benim için farklılaştırıyor. Çünkü izleyiciyi filmin içine sokup hayatın kendisini gösteriyor…

Çok teşekkür ederim. Bu harika bir iltifat! Beni de aslında motive eden filmin duygusu… Her ne olursa olsun insanda bir duygu bırakıyor. Gösterimin çıkışında bir adam “Aynı şey benim başıma da geldi ve 3.5 yıl hapis yattım. Keşke önce filmi izleseydim” dedi. Venedik’te röportaj verirken bir Rus çift vardı. Birbirlerini çimdikleyerek “Bu soruyu da sor” diyorlardı. Bu beni çok motive ediyor. Mahcup oluyorsun, güzel bir duygu! İhtiyacımız da var. Filmlere bak bütün karakterlerimiz dertli, hepsinin borcu var. Hepsi kapana sıkışmış!

- Açıkçası oyunculuğun şaşırttı beni. Berkay Ateş’i hatırlattı plastik malzemen…

Berkay Ateş çok güzel Eyüp olurdu ama ben Berkay’a da söyledim. Bir şey göndersem dönüş bile yapmazdı kuvvetle muhtemel.

- Neden böyle düşünüyorsun?

Profesyonel film çektik ama insanlara amatör geliyor. Yapımcı yok, hiçbir şey yok. Şartlar ağırdı. Profesyonel bir oyuncuyu kolay kolay bu şartlara ikna edemezdik.

Filmde hiç Kürtçe kullanılmamış. Bunun bir nedeni var mı?

Var, ben Kürtçe bilmiyorum. Filmde üç eksik var. Filmde yeteri kadar kadın karakter yok, ikincisi harada hiç kadın yok. Üçüncüsü de Siverek’te konuşulan Zazaca ve Kürtçe yok. Bu filmin en büyük eksiklerinden biri! Bunun böyle olmasının sebeplerinden biri; ön çalışmayı çok iyi yapamadık. Paldır küldür sete girdik. Her şey o kadar seri oldu ki, vakit yoktu.

KONUŞMAMI KÜRTÇE YAPSAYDIM HARİKAYDIM

- Kendini Kürt Sineması’nın bir temsilcisi olarak tanımlıyor musun?

Ben Türkiyeliyim. Ben Türkiyeli Sineması olarak tanımlıyorum. Gayet netim.

- Ben de öyle yorumladım. Kimlik öne çıkarmak gibi bir derdi yok filmin…

Yok, kesinlikle yok. Çok enteresan. Bu filmden sonra gelen soruları anlamıyorum. Niye beni tanımlıyorsunuz, ben tanımlanmak zorunda değilim. Bana “Türk müsün, Kürt müsün?” diye sordular. Yok, Papua Yeni Gine’liyim. İnanılmaz bir şey! Başkası yapınca etnik kimlik sorulmuyor, ben yapınca neden benim etnik kimliğim bu kadar önemli! Türkiyeliyim ben! Hakkariliyim, Bodrumluyum… Başka bir sürü şey var, bizim onları konuşmamız gerekiyor. Ben ödül alırken Türk-Kürt kardeşliğine vurgu yapsaydım, Zazaca ve Kürtçe konuşsaydım, üzerine Filistin’e bir gönderme yapsaydım harikaydım. Ama benim anlayışıma uymuyor. Samimi olmazdım. Daha politik olabilirdim ama olmayacağım. Bu benim seçimim. Biz Türkiyeliyiz. Türkiye’nin şu an bu politik gündeminde bazı konuları da konuşmak beni mahcup ediyor. Bu ağır bir konu! Bu bir ödül töreninde iki kelime Kürtçe konuşarak üzerinden kalkabileceğin bir konu değil! Çok saygısızlık olurdu. Bedel ödeyen insanlar var ve gidip onun ekmeğini yemem. Ben öyle ekmek istemiyorum.

- Büyük insanların küçük hayalleriyle mi yoksa küçük insanların büyük hayalleriyle mi devam edeceksin sinemaya?

Büyük ve küçük kime göre ve neye göre ayrılıyor. Hemme’de onu anlatıyor zaten. Çok zengin insanın da, çok fakir insanın da derdi var. Okyanusa bakan adamla cezaevine bakan adam arasında çok büyük fark yok aslında. İnsan doğası gereği bu dinamiğin ikinci yasası var ya, entropi. Durmadan zihnimiz kaos üretir, durmadan zihnimiz huzur üretir. Orada git-gel yaparız. Bu paradoksta öyledir.

- Bu ast üst meselesine takıklığın nereden geliyor?

Biri neden çöpçü, diğeri neden Hz. İsa. Bunu belirleyen etmen ne? Ben hizmet veriyorum ve hizmet de alıyorum. Birini diğerinden daha üstün yapan şey ne anlamıyorum.

- Genel olarak uzlaşmacı biri misin?

Oya gerginlikten çok korkuyorum. Bir çatışma beni çok ürkütüyor.

AŞK NEDİR DİYE SORDURMAYI HEDEFLİYORUM

- İkinci filminde ne anlatacaksın?

Aşk üzerine bir hikayem var. Çekebilirsem bir adamın sevgilisinden ayrılıp kendisini Türkiye yollarına vurmasını anlatacağım. Hemme’deki Eyüp gibi duramayacak. Çünkü o duyguda, arafta kalması gerekiyor. Paul Schrader’in Kumarbaz filminin öncesinde güzel bir lafı vardır. “Kumarbazları izliyorum, 36-40 saat ayakta kalıyorlar. Yani bir hayatta kalma biçimi bu.” Serdal Kuzuloğlu insanların bu kadar sosyal medyada olmasını askıda kalmak olarak tanımlıyor. Ben insanlara askıda kalmayı anlatmayı ve aşk nedir diye sordurmayı hedefliyorum.

- Aşk nedir peki?

Yıllar önce Abbas Kiyarüstemi “Aşk nedir” sorusuna “Aşk bir yanlış anlaşılmadır” demişti. Bu saçma bir önerme demiştim ama sonra farkına vardım, haklı! Çünkü birine bir hayallerini yüklüyorsun, sonra yavaş yavaş hayallerin yıkılıyor.

- Sinemaya hoş geldin, yolcuğun durmadan, karakterin gibi yerinde duramadan devam etsin…

Teşekkür ederim.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.