“Daha kötüsü olamaz” diye uyandığımız her gün çok daha kötüsüyle karşılaştığımız bir ülkenin tam ortasından bildiriyorum. Kahreden bir gündemde bir tutam umuda hasret yaşayanların ülkesi haline geldik. İşte böyle zamanlarda sanatın iyileştirici gücünden faydalanmaktan başka bir şey benim aklıma gelmiyor. Çünkü biliyorum ki, umut bir kere insanın içine yerleşirse her kötülüğe karşı savaş açabilir. 90’lar çocuğuyuz biz, Hulusi Kentmen’cilik bilinçaltımıza işlemiş, yapacak bir şey yok! Kötülüğe karşı tek silahımız umut! Ve daha da güzeli yalnız değiliz… Bu yıl 61. Antalya Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nde izlediğimiz Mukadderat filmi de bizi tam Yeşilçam’ın o umutlu atmosferine ışınlıyor. 70 yaşında eşini kaybetmiş ve yaşamak için bir erkeğin nefesine ihtiyaç duyan Sultan’dan, yaşamak için kendisinden ve inancından başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan bir kadına dönüşmesini anlatan film, “En İyi Film” ödülünü alarak Altın Portakal’ın da sahibi oldu. 7 dakika boyunca ayakta alkışlanan film gösterdi ki, seyirci gülümsemek, inanmak ve her kötülüğün ardından başını yastığa umutla koymak istiyor. Mukadderat gibi filmlerde buna yardım ediyor. Nur Sürer’in harikalar yarattığı, Osman Sonant ve Aslıhan Gürbüz’ün keyifle paslaştığı, Erdi Işık’In kendi ailesinin hikayesinden esinlenerek yazdığı, Nadim Güç’ün kadın hikayesi aktarma tecrübesiyle yönettiği Mukadderat yarın akşam 21.00’de Boğaziçi Film Festivali kapsamında Atlas Sineması’nda gösterilecek. Bir kadının kendi içindeki güçle tanışmasına şahit olmak, lezzetli oyunculuk performansları, samimi bir hikaye ve çocukluğunuzun eğlenceli, masum dünyasına ışınlanmak isteyenlerdenseniz reçete niyetine yazıyorum size Mukadderat’ı… Türk sinemasının da böyle ana akım işlere fazlasıyla ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Yönetmen Nadim Güç’le filmi konuşarak başladık ama sohbet umudun peşinden sürükledi bizi. Lafı fazla uzattım, buyrun sohbete…
ANNEMİN YÜZÜNDEN DERDİNİ OKURUM
Bana seni sorsalar “Kadın hikayelerinin aranılan erkek yönetmeni” diye tanımlarım seni Nadim. Kadın, Anne, Camdaki Kız gibi güçlü kadın hikayelerini anlatan dizilerin yönetmenisin. İlk filminde de yine bir kadın hikayesi anlatarak Altın Portakal kazandın. Tüm bu referanslarla merak ediyorum. Hikâye anlatıcısı bir erkek olarak kadın duygusundan nasıl bu kadar iyi anlıyorsun?4 erkek, 2 kız kardeşiz biz. Aslen Malatyalıyız. Annem ve babamla beraber 8 kişilik bir aileydik ama evimiz hep kalabalıktı, misafirimiz bitmezdi. Teyzelerim, halalarım, kuzenlerimle çok kadının bir arada olduğu bir dünyada büyüdüm ben! Bizim oraların kadınları derdini kimseye anlatmaz, hep içine atar. Ve sen o derdin ne olduğunu tahmin etmeye çalışırsın. Mesela annemle ilişkim çok iyidir ama benimle dertleşmez. Çok dertli olduğunu bilirim ama o derdini dökmez. Ben de onun yüzüne baktığım zaman ne olduğunu tahmin ederim. Bunu çocukluğumdan beri yaparım. Gördüğüm, tahmin ettiğim şeyler pek iç acıcı değildir ama annemin yüzünden derdini okumayı severim.
Drama yapmayı annemin yüzünü okuyarak öğrendim diyorsun yani…“Kadının yüzüne bakarım ve derdini görürüm” gibi bir yerden tanımlamıyorum kendimi. Kadın hikayesi anlatmayı seviyorum, çünkü kadınlar daha derin oluyorlar. Kadın karakterleri erkeklere kıyasla istediğim kadar derinleştirebiliyorum. Yönetmen olarak bir proje seçecek konuma geldiğimden beri kimseye “Bana kadın hikayesi getirin” demedim. Ancak önüme gelen hikayelerden hep kadın hikayelerini beğendim. Çünkü zorluğu seviyorum. Kadını anlatmak, onun duygusunu göstermek her zaman daha zor geliyor. Bir süre sonra da kadın hikayesi çekmeye alışıyorsun ve yapa yapa da öğreniyorsun. Hala da “Kadın duygusundan anlarım” diye bir iddia da bulunamam. Çünkü öğrenirken büyük bir deryanın önünde durduğumu anladım.
GÜÇSÜZ GÖRÜNEN AMA GÜÇLÜ KADINLARIN ÇOCUKLARIYIZ
“Benim kitaplarımda, hikayelerimde her zaman kendi gücünü fark eden kadınları okuyacaksınız, izleyeceksiniz” diye bir iddiam var. Senin böyle bir iddian var mı?Şu anda karşı karşılıklı oturmamızın sebebi bu değil mi? Ben de kendisini güçsüz gören ama sonra kendi içindeki güçle tanışan kadınların hikayesini anlatıyorum. Mukadderat filminde Sultan bir erkekle yan yana uyuması gerektiğine inanıyor ve sonra kendi gücüyle tanışıyor. Bizler güçsüz görünen ama çok güçlü kadınların çocuklarıyız. Ben de biraz bunu devam ettirdim. Mukadderat’ta da çektiğim dizilerde de kadınlar, daha doğrusu insanlar için ideal bir dünya yarattığımızı düşünüyorum. Ve oradaki ideal dünya benim hoşuma gidiyor.
Bu ideal dünyayı biraz açar mısın?Mesela Mukadderat’taki ideal dünyayı yaratırken seyircide oluyoruz. Filmde Sultan karakteri eşi öldükten sonra bir erkeğin nefes alıp verdiğini duymak için yan yana uyuması gerektiğine inanıyor ve evlenmek istiyor. Biz filmde “Bir kadının böyle bir sebepten dolayı bir adamla yatma isteği saçma mı?” diye soruyoruz. Cevabı da toplum yani seyirci verecek. Çünkü toplumda yaş almış bir kadın kocası öldükten sonra evlenemiyor. Toplum kadının evlenmesini normal karşılamazken, kaç yaşında olursa olsun erkeğin eşi ölür ölmez evlenmesini mubah sayıyor. Başka bir taraftan bakarsak; kadın 30-35 yaşlarındaysa toplumun gözünde hemen evlenmesi gerekiyor. Erkek 40 yaşındaysa “Biraz bekarlığın tadını çıkar” deniliyor. Biz filmimizi yaparken bu toplumsal normlarla da savaştık. Evet bazı şeyler saçma ama o saçmalığı kabul edip sorgulamadan yaşadığımız bir dünyadayız. Belki çok iddialı bir cümle olacak ama ben yaptığımız işi kadının uyanışı olarak tanımlıyorum.
BİZ KADININ UYANIŞINI ÇEKİYORUZ
“Kadının uyanışı” harika bir tanım, devam et Nadim…(Gülüyor) Biz kadının uyanışını çekiyoruz. Mukadderat’ta da bunu anlattık. Sultan kocası öldükten sonra yan yana yatacağı bir koca arıyor. Çünkü tek bildiği şey bu! Kadın ve erkek yan yana yatar, kadın erkeğe kahve yapar, kadın adamın nefesini dinler, su getirir ve hayat devam eder. Sultan 70 yaşına geldikten sonra bunun anlamını sorguluyor. Filmin başında gerçekten herkesin sorguladığına eminim. Babama bir şey olsa ve ertesi gün annem evlenmek istiyorum derse ne yaparım?
Sen de sorguladın mı?Sorgulamaz olur muyum? İkileme düştüm, üç kere aynı şeyi düşündüm. Bu defa da tabii ki yapmak istediğini yapacak ama ben neden üç kere düşündüm diye dertlendim. Bir içinde yaşadığımız bir dünya var, bir de içimizde yaşadığımız bir dünya! Biz bu hikayeyi parmak sallamadan anlatmaya çalıştık. Ve bugünün dünyasında toplumun unuttuğu bir şeyi hatırlatmaya çalıştık. Biz 90’ların çocuklarıyız. Yani dramanın içinde komedi yaratmayı, komediden drama çıkarmayı biliyoruz. Şimdi bize ne olduğunu anlamıyorum. Her şeyin içinde umutlu bir şey bulup günü onunla kapatırken, biz ne zaman Twitter gibi ülke olduk? Bundan hiç hoşlanmıyorum ve sürekli kaçmak istiyorum. O nedenle Mukedderat’ta bunların olmadığı bir dünya yarattık. Yönetmen olarak şunu hissettim. Ben Sultan’ın içinde olduğu bir dünyada yaşamayı çok istiyorum. Öyle bir kasabada, böyle bir dünyada yaşamayı istiyorum. Seyirci için de aynı hissiyatı yarattık.
“BİTLENECEKSİN GİTME SİNEMAYA” DERDİ
Peki, sen o dünyadan İstanbul’un göbeğine sinemacılığa nasıl düştün?Ben çocukken eve bir kamera alındı ve ben o kamerayla kayıtlar almaya başladım. Böyle başlayan cümlelerle anlatılan hikayelere çok özeniyorum ama benim hikayem böyle değil! Çocukken sinemaya gitmeyi severdim. Ama sinemanın bir sanat olduğunu, bir hikaye anlatma biçimi olduğunu, insanların derdini aktarmanın bir yolu olduğunu kimse bana söylememişti. Bunun bir meslek olduğunu, yönetmenlik diye bir iş olduğunu da bilmiyordum.
Kimse söylemedi derken aileye bir sitem mi seziyorum…Asla kızmıyorum ve yargılamıyorum. Babamla da aram iyidir. Ama o en son 1970’lerde sinemaya gittiği için ben ortaokulda, lisede sürekli sinemaya gidince uyarırdı beni. “Bitleneceksin, gitme sinemaya” derdi. Demek o zamanlarda sinemalarda bir bit furyası varmış… Babam o kadar uzak duruma… Bunu suçladığım bir yerden söylemiyorum, bu meslekle ilgili hiç bilgisi yok vurgusunu yapmak için anlattım. Ben rastlantı eseri sinema okudum. 6 kardeş olduğumuz için herkes işiyle uğraşırken ben çok yalnız kaldım. O nedenle de kendimi kitaplara, sinemaya verdim. Lisede çok haytaydım. Üniversitede önce iki yıllık radyo-tv yayıncılığı okudum, sonra 4 yıllık eğitime geçtim. Çocukluğundan beri sinema hayalini kuran, sinema tutkusuyla yanan insanlarla beraber üretmeye başladım. Öğrenciyken şimdiki halimden daha yoğundum ve diğerlerinden aldığım ateşle büyük bir alev aldı içimi… Sonra hikayeler yazmaya, kısa filmler çekmeye başladım. Ardından da televizyon hayatıma girdi ve uzun bir televizyon süreci oldu. Şimdi de ilk filmimle festivaldeyiz.
HER FİLMİMDE AHMET ULUÇAY’A SELAM GÖNDERECEĞİM
Mukadderat filminde Ahmet Uluçay’a selam gönderdiğin bir sahne var. Hayatını değiştiren yönetmen miydi?Ahmet Uluçay’ı çok severim. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak çekildiğinde sinema bölümünde okuyordum. O film beni çok hüzünlendirir ve sinema yaparken beni başka noktalara götürür, inancın ne kadar büyük bir şey olduğunu hatırlatır. Ahmet Uluçay’ı da okudukça, röportajlarını dinledikçe ve nasıl biri olduğunu anladıkça sevgim daha da arttı. Çünkü ben de İstanbul’da kenar mahalle diyebileceğimiz bir yerde büyüdüm. Gazi Mahallesi’nin yanında bir mahalledeydi. Bu meslekte de bir yerlere gelmek için çok çabaladım. Benim için sektöre girmek zordu ve orada sağlam durmak için çok uğraştım. İşte öyle zamanlarda beni ayakta tutan Ahmet Uluçay oldu. Mukadderat’ta karpuzcu olan bir sahne koyarak bir selam göndermek istedim Uluçay’a. Bu benim ilk filmim ve bundan sonra çekeceğim her filmde Ahmet Uluçay’a selam göndereceğim.
Genellikle festivallere yönetmenler kendi yazdıları hikayelerle gelirler. Sende kendi yazdığın bir filmle festivalde yarışmayı istemez miydin?Ben hep öyle olacağını zannederdim. Kenarda bekleyen bir sürü hikayem vardı. İnsan 40 yaşına gelince artık vakti geldi diye de düşünüyor. Ama Erdi bu filmi gönderdi ve “oku” dedi. Beni heyecanlandırdığı için çekmek istedim. İlk filmim olduğu için heyecanlıydım ve çok güçlü bir senaryo, sağlam bir ekip ve oyuncularımız vardı. Senaryoyu okuduğumda kafamda canlanan şey beni inanılmaz heyecanlandırdı. Bir de bu hikaye Erdi, onun çocukluğu, akrabaları, büyüdüğü sokaklardı. Erdi de bana sonsuz güvendi ve yola çıktık. Festivale gelmek aklımın ucundan bile geçmedi. Yol bizi buraya getirdi.
BAĞIRARAK AĞLAMAK İSTEDİM
Nadim hayatımda hiç Kastamonu’ya gitmedim ama bu filmi izledikten ve o güzel doğayı gördükten sonra gideceğim…Kastamonu Cide Karadeniz'de gizli kalmış bir yer gibi… Karadeniz’in en uzun plajı da orada ve arkası sonsuz orman. Ancak orayı da her Anadolu kasabası gibi kentsel dönüşüm ele geçirmiş durumdaydı. Mekan bakmaya gittiğimizde gördüğümüzle çekime gittiğimizde gördüğümüz bile farklıydı. Nereye dönsek inşaata teslim olmuştu. Biz oralardan kaçarak, kameramızla senaristimiz Erdi’nin 90’larda gördüğü Cide’yi göstermeye çabaladık. Yarattığımız atmosferle de o kasaba havasını verdik.
Cannes, Venedik, Berlin gibi büyük film festivallerinde hep bir filmin kaç dakika alkışlandığı haber yapılır. Uzun yıllar sonra ben Adana’da Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri filminde ve Antalya’da sizin filminiz Mukadderat’ta bir filmin dakikalarca ayakta alkışlandığını gördüm. Hatta sizinkinde süre tuttum. Nur Sürer sahneye çıkana kadar 7 dakika alkışlandınız…İnanılmaz bir andı Oya. Zaten bir film yaptık ve Altın Portakal’a seçildik, bu çok güzel bir duygu! “Emeklerimizin karşılığını aldık” diyorsunuz. Biz filmi sevdik ama seyircinin karşısına ilk kez çıkardık. Adet gereği filmi alkışlayacaklarını da bekliyorduk. Filmi izlerken kahkahaları duyduk, seyirci fısıldaşmalarını dinledik ve film sevildi diye mutlu olduk. Sonra film bitti alkış başladı. Bitecek zannettik ama bitmedi. Bir dakika geçti, iki dakika geçti, devam ediyor. Karanlıkta kimse görmeden duygusal anlar yaşamış olabilirim. Bacaklarım titremeye başladı, gözyaşları zaten aktı. Kendimi çok bastırdım, bağıra bağıra ağlamak istedim. Alkışlar dinmedi. Ne yapacağımı bilemedim, çocuk gibi oldum. Sonra Nur Sürer sahneye çıktı ve bir reverans yaptı. Alkışlar tekrar başladı. Ben tekrar duygusallaştım.
KARANLIK BİR HİKAYEM VAR
Gerçek bir balık burcusun…Aynen öyleyim. O 7 dakika bana bir yıl gibi geldi. Sahneye çıktığımızda ağlamak istiyorum ama kendimi tutuyorum. Bir yandan da yavaş yavaş konuşmam gerektiğini biliyorum. Bizim bu işte dört ortak yapımcımız var. En büyük yapımcı Rodi bu sektöre girmek istiyor ve bu filmle girmesini öneriyorlar. Düşünsenize ilk yapımcılığında böyle bir ilgi ve Altın Portakal kazandı. Bir yapımcıya, benim gibi ilk filmini çeken bir yönetmene hayatında kaç kez nasip olur bu! Biz Mukadderat filmi çalışanları olarak çok büyük bir tatmin yaşadık ve karşılığını aldık.
Bundan sonra senden ne gelir?Erdi gibi aydınlık hikayeler yazmıyorum, benim biraz karanlık bir hikayem ve bir savaş filmim var. Onları çekmeyi çok istiyorum. Ben çaresizlik yazmayı seviyorum, yaşadığına emin olduğumuz bir gerçekliği çekmeyi seviyorum.
24 GÜNDE ÇEKTİK
Mukadderat için soz söz desem…24 gün gibi bir kısa sürede çektik filmi ve tüm ekip kendinden fedakarlık yaparak çalıştı. Dizi seti bitti, kimse tatile gitmedi, işe koyulduk ve bizim hissettiğimiz duyguyu tüm ekip hissetti. Benim gördüğüm dünyayı onlarda gördüler. O nedenle tüm kamera arkasında çalışan ekibe ayrıca teşekkür etmek istiyorum. Çok hızlı gördüler ve çok inandılar filme…
Boğaziçi Film Festivali’nde de bol şans…Teşekkür ederiz.