"Beni, beni, Bihter'ini..."
“Ne vakitten beri kızlar annelerine karşı izdivaç hakkında serbest serbest lakırdı söylemeye başladılar?”
Firdevs Hanım, Adnan Bey’in izdivaç teklifini kabul etmek isteyen kızı Bihter’e böyle ayar veriyor, Bihter ukalalık etmeye devam edince de heybetli cüssesiyle oturduğu yerden doğrulup kızının suratına okkalı bir Osmanlı tokadı aşk ediyordu.
Bizim “Aşk-ı Memnu” siyah beyazdı. Adnan Bey redingotlu ve fesli, Firdevs Hanım balık etli, Beşir çikolata renkli, Habeş bir beslemeydi. Matmazel De Courton Fransız aksanıyla konuşur, can simidi modeli saçları, hiç çıkarmadığı haç kolyesi ve ölümüne mutsuz yüz ifadesiyle yalıya korku salardı.
Nihat, Adnan Bey’le Girit adasındaki Rum çetelerin Türk ahalisine tecavüzlerini, Behlül’le Kırım Harbi’ni filan konuşur, Behlül, Matmazel’i kışkırtmak için ona Emile Zola’nın (zamanın erotik kitabı) “Nana”dan bahsederdi.
Nihal en çok çarşafa girdiği gün mutlu olmuştu. Halasının Çatalca’da çiftliği yok ama Ada’da köşkü vardı.
Bihter mi?.. Yalnız ölmüştü. Tabancayı göğsüne dayandığında yanında Behlül yoktu. O, Bihter’le münakaşa ettikten sonra yalıdan çıkıp gitmiş, Adnan Bey tabanca sesini kapının arkasından duyduğunda güzeller güzeli Bihter bir “Beni beni… Bihter’ini…” bile diyemeden sessiz sedasız ruhunu teslim etmişti.
Halit Ziya Uşaklıgil’in bir kuşağın hissiyatında derin izler bırakmış “Aşk-ı Memnu” romanı, ülkenin ilk televizyon dizilerinden biri olarak bir başka kuşağın hatıratında da başka türlü derin izler bırakıyordu. 19 Nisan 1975 günü TRT televizyonunda ilk bölümü yayınlanan dizi, 24 Mayıs günü yayınlanan son bölümüyle ekrana veda etmişti.
O geceden 35 yıl sonra Bihter bir kez daha ölecekti. 24 Haziran 2010 gecesi Türkiye’de herkes televizyon başında soluklarını tutmuş Bihter’in intihar etmesini bekliyordu. Sonunu bildiğimiz bir filmi bu kadar soluksuz, böylesi merakla izliyor olmamız da kuşkusuz dizi ekibinin bir başarısıydı. Yönetmen Hilal Saral’ın, senaryo yazarları Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu’nun ve elbette tüm oyuncuların, teknik ekibin…
Çünkü Halit Refiğ’in sadece 6 bölüm çıkardığı bir romandan tam 79 bölüm çıkarmış, hikâyeyi güne uyarlamakla kalmamış, yan hikâyeler ve çatışmalarla aslında bir hayli kısıtlı bir malzemeyi çok boyutlu, derinlikli ve incelikli bir şekilde zengin kılmayı başarmışlardı. Bihter, onuncu ölüm yıl dönümünde de tıpkı önceki yıllarda olduğu gibi yine “hastag”ler, “caps”ler ve videolarla, abartılı bir biçimde anıldıysa, bunda Bihter karakterinin inandırıcılığının payı büyük.
Halit Ziya’nın aslında dönemin siyasal ve sosyal atmosferini merkeze koyduğu romandaki karakterler, olay örgüsü ve dil üslubu Halif Refiğ’in çektiği ilk dizide aynen korunmuştu. Bu da bir yöntemdi ve o yıllar için elbette en doğru yöntemdi. Ancak 2008’de çekilmeye başlanan yeni dizi en çok da zamanın ruhunu yakalamayı başararak seyirciyi kavrayacaktı ve bu sadece saç, baş, kostümle ilgili bir şey değildi.
Bu zamanın Nihalleri ne kadar alık olsa da yaşı geldiğinde çarşafa girmeyi değil, “tiki” olmayı seçecekti çünkü. Bu zamanın Firdevslerinin en büyük keyfi Küçüksu’da sandal sefası değil, Paris’e yılbaşı seyahati olacaktı. Bu zamanın Cemileleri vur kafasına al lokmasını değil, hırslı, hatta öfkeliydi artık; Nihallerin sahip olduğu her şeye onların da sahip olmaması için ne eksikleri vardı ki?
Bu zamanın Bihterleri yalnız ölmezdi. Ortada bir suç varsa, o iki kişilik suçun bedelini ikinci kişiye de ödetir, yalıdan çıkıp gitmek ne kelime, suç ortağını mezarı başında hıçkıra hıçkıra günah çıkaran bir “homeless”a dönüştürürdü.
“Aşk-ı Memnu”, dizi müziklerinin en azından dizinin başrol oyuncularından biri kadar etkin olduğu bir döneme müzikleriyle de damgasını vurdu hiç kuşkusuz.
Misal, o zaman bu zaman nerede bir “Adagio” çalınsa kulağıma, o an ortamla ilişkim anında kopuyor; gözümün önünden Bihter ve Beşir’in cenaze törenleri geçmeye başlıyor. Firdevs Hanım’ın ağzı burnu çarpılmış, bir bankta oturuyor. Peyker feryat figan. Derken kamera pan yapıyor; Hilal Saral, Ece Yönenç, Melek Gençoğlu da takmışlar siyah eşarpları, karakterlerine son görevlerini yerine getiriyorlar.
Öte yanda Cemile, Beşir’in tabutuna sarılmış ağlıyor. Şayeste Hanım, Süleyman, Nesrin filan hep perişan. O da ne? Hilal Saral bu cenazeye de gelmiş. Belli ki Ece ve Melek, Bihter’den taraflar son kertede.
“Adagio” bir kenara, dizinin 79 bölümü boyunca her sahnesinin etkisini üçe beşe katlayan, çokça ağlatan, zaman zaman içimizi oyup, zaman zaman neşelendiren müzikleri Toygar Işıklı’nın ustalığıydı kuşkusuz. Toygar, ömrünü müziğe adamış, uzun yıllar boyu müziğin eğitimini almış, kendini yetiştirmiş ve genç yaşta ustalaşmış bir müzik adamı ve bir dizi müziği yaparken nerede ne yapması gerektiğini o kadar iyi biliyor ki, elini attığı her işe artı değer kazandırıyor. “Yaprak Dökümü”nden tutun da “Kuzey Güney”e, oradan “Fatmagül’ün Suçu Ne?”ye, “Medcezir”e dek, sayısız tutmuş dizide imzasını görmemiz boşuna değil.
İlk “Aşk-ı Memnu”nun müzikleri ise Halit Refiğ tarafından zamanının kıymetli bir ustasına, Yalçın Tura’ya emanet edilmişti. Hem klasik müziği hem de alaturkayı çok iyi bilen, yıllar boyunca iki opera, bir bale, süitler, konçertolar ve oda müzikleri besteleyen, akademisyen olarak da bir dolu müzisyen yetiştiren Tura, çok sayıda film ve oyun müziğine de imza atmış bir usta. “Aşk-ı Memnu” onun ilk dizi müziği çalışması. Sonrasında “Denizin Kanı”, “Dördüncü Murat”, “Küçük Ağa” ve “Kuruluş” gibi dönemin ses getiren dizilerinde de görüyoruz imzasını.
Biz her ölüm yıldönümünde Bihter’i anmalara doyamıyoruz ama aslında bu her iki versiyonuyla da kendi dönemlerine damga vurmuş iki dizinin bugün hayatta olmayan oyuncularını da anmak lazım. Tabii öncelikle yarattığı karakterlerin ve hikâyenin etkisi yüz yılı aşkın bir süredir devam eden Halit Ziya Uşaklıgil’i… Sonrasında ilk Firdevs Hanım Neriman Köksal’ı, ilk Adnan Bey Şükran Güngör’ü, ilk Matmazel Çolpan İlhan’ı, ilk Nihat Ersin Pertan’ı… Yönetmen Halit Refiğ’i… Ve yakınlarda kaybettiğimiz, romanda ve ilk dizide var olmayan bir karakteri, Hilmi Önal’ı canlandıran Recep Aktuğ’u… Ruhları şâd olsun.