Şu sıralar Gülseren Budayıcıoğlu'nun kitaplarındaki gerçek hikayelerden uyarlanan diziler televizyon izleyicisinin dikkatini çekiyor. Öyle ki Masumlar Apartmanı olsun, Kırmızı Oda olsun haftalardır yayın günlerinde zirveyi rakiplerine kaptırmadan istikrarlı bir şekilde ilerliyor. Masumlar Apartmanı bir nebze ama Kırmızı Oda izleyip, zaten görmek duymak istemesek bile, her anında önümüze sayısız acıyı sıralayıveren bir ülkede, bile isteye huzurumu kaçırıp boğazıma kocaman bir yumru oturtmak taraftarı değilim. Kederden, dramdan beslenmemeyi öğreneli beri, odağına kolaycı bir ağlaklığı alan her şeyin dışında tutuyorum kendimi.
Budayıcıoğlu'nun öyküsünden uyarlanan Doğduğun Ev Kaderindir var bir de. Tolstoy’un Anna Karenina romanı “Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır” cümlesiyle başlar... Doğduğun Ev Kaderindir'deki ailenin mutsuzluğu da ne gerçek hayatta ne de dizilerde görmeye alışık olmadığımız özgünlükte. Takipçisi olmasam da diziye hakimim ve bu tümden gerçek bir hikayeyse şayet, Zeynep'e yazık ki ne yazık... O nasıl sabırdır, o nasıl anlayıştır, o nasıl kendini hiçe sayıştır...
Böyledir hayat, böyledir ilişkiler. Alma-verme dengesini oturtabilmek kolaydır veya zordur ama biri vermeye tümden gönüllü olunca kayar gider ayağının altından zemin. Bu sevilip sevilmeme meselesi de değildir. Aragon'un "ve kırar göğsüne bastırırken sevdiği şeyi..." dizesinin içinde saklıdır bazı aşk tanımları, tıpkı Mehdi'nin aşkı gibi...
Doğduğumuz ev kaderimiz midir? Biraz öyledir... *"Ev, insanın geleceğinin beşiğidir" der bir şair... Bir başkası, kaderine doğru yükselen bir evin harcını çeker şiirinde. Tıpkı hayatımız gibi.
"Harç Çeken İşçiler"de yıldızlar çekildi eve, dallar, ağaçlıklı yol. Aşk çekildi, sevişmeler var içinde. O iki kapı arası çekilirken kim bilirdi yaz başlangıcı bir kızın oracıkta öleceğini? Ölüm gibi çiçekleri de çektiler, yalnızlıklar da olacaktı bu evde, öpüşler de. Tartışmalar da, sevinçler de. Yaşlısı, genci de olacaktı. Durmadan kaynayan çaydanlık da çekildi eve, daha sonra öldürecek hastalık da, umut da, umutsuzluk da. Tıpkı hayatlarımıza çekilen harç gibi. Tıpkı evlerimize, içimizdeki evlere çekilen harç gibi çekildi bu eve de hepsi.
“Orasını çekiyorlardı işte, tam orasını” diyor şair, “çay soğumasın, bu reçeli seversin sen” işte şiirin tam orası, işçilerin hayatımıza harcını çekmelerini istediğimiz evin direği belki de...
“Çay soğumasın, bu reçeli seversin sen” cümlesi öyle güçlü ki, hayatımızda varsa, harcı çekilmiş üzüntüler ne evimizi, ne içimizdeki evi, ne hayat denen evimizi yıkamaz. Ama eğer ki yoksa, çekilmediyse bu cümlenin harcı, ya da kısa sürede dökülecek gibi eğreti çekildiyse, umutlar da ömrümüzden dökülmez mi?
Hayatımızın işçileri harçlarını çekiyor. Hepsi iş başındalar. Hepimiz birbirimizin işçileriyiz çünkü...
HARÇ ÇEKEN İŞÇİLER
Harcını çekiyorlardı yapının,
kara bir don, belden yukarsı çıplak.
Yıldızlarını çekiyorlardı evin omuzlarında,
pencereden görünecek dallarını, komşunun yarısını,
ağaçların arasında kaybolan yolunu,
durulacak yerlerini çekiyorlardı, bütün o noktaları,
aşkı, ki saklanırız çoğu kez sevişmek için,
köşeleri çekiyorlardı, merdiven başını,
mutfağın sofaya vuracak aydınlığını,
bir kızın ölüşünü ansızın
iki kapı arasında, yaz başlangıcı olabilir,
saksılar olabilir, hasekiküpesi, cezayirmenekşeleri,
yalnızlıkları çekiyorlardı, öpüşleri,
karşı çıkışları, susmalara karışan böğürtleni,
bir denizden uzaklara çıldırmanın sevincini,
bükük beli, koltuktakini, sofada yürüyeni,
kaynayan çaydanlığın mutfağa diktiği
o kokulu ağacı, kabuklarını döktükçe büyüyen,
semizotunu masada, maydanozu, domatesi,
kaşığa uzanmayan eli ve lokmayı boğazda düğümlenen,
doğacak oğlanı ölmeden önce
bir nisan yağmurunda avucunda güneşle.
Çay soğumasın, bu reçeli seversin sen,
orasını çekiyorlardı işte, tam orasını,
umutların ömrümüzden döküldüğü yeri
ve ev yükseliyordu yavaş yavaş kaderine doğru.
Onlarsa gün batmadan gidecekler.
OKTAY RIFAT HOROZCU
* John O'Donohue