"Dudağının köşesini evim yap benim!"
Malum koronavirüs geldi ve dünyalarımızın göbeğine yerleşti. Düzenimizi temelinden sarstı ve kimseyi kayırmıyor. Bazılarımız aşırı keskin, bazılarımız hafif, bazılarımız çok uzaklardan ama mutlaka alıyoruz onun çirkin kokusunu. Kimi evler ateş içinde yanarken şanslı bir kesim için sadece eve kapanmışlık can sıkıyor. Sevdiklerimizi göremiyoruz, annemize sarılamıyoruz, markete bile korkarak gidiyoruz... Karantina günlerinde kadına şiddetin arttığı haberlerini okuyorum bir yandan. Çocuklu aileler şaka yollu -ama gerçek- bir bunalmışlıktan dem vuruyorlar her fırsatta. Her yerden "artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" sesi yükseliyor. Yeni dünya düzeni... Dijital dünya... Peki ya aşk?
Bu yeni düzende aşk şekil mi değiştirecek, yoksa bilindik hallerinden birine mi bürünecek? Aşkın tanımını yapabilmek zor. Öyle çok hali var ki... Güzellik gibi göreceli. “Sana göre aşk laftan ibaret, bana göre hayatın anlamı” gibi... Kimi o şekil, kimi bu şekil gibi... Şu an içinde bulunduğumuz duruma en uygun olan aşkın dijital hali "sanal aşk" zaten uzun zamandır hayatlarda. Fakat aşkın öyle bir hali var ki, kimselerle görüşemediğimiz, el ele tutuşamadığımız, sarılıp öpemediğimiz ve hatta yan yana bile gelmekten korktuğumuz bu karantina günlerinde en temizi o gibi duruyor...
"Aşık ile Maşuk"un hikayesi
Surete aşık olmak! Aslında bütün aşkların temelinde vardır biraz bu. Herkes önce kendi suretinden başlar yolculuğa ve karşısındakini zihninde yaratır. Kendi yarattığı güzelliği atfeder sevdiğine ve o yarattığına tutulur. Aşk bir kurmaca. Bizim inşa ettiğimiz, kurup yıktığımız, yeniden yükselttiğimiz bir tür delilik hali... Surete aşık olmak, daha çok doğu edebiyatında karşımıza çıkar. Bir aşık vardır bir de maşuk. Kavuşmanın söz konusu olmadığı bu hazin hikayede aşık, fotoğrafıyla ya da çeşitli objelerle bağdaştırdığı maşukun sevdasıyla yaşar. İmgelerle dolu bir dünyadır onunkisi... Leyla ile Mecnun, Hüsn ile Aşk, Kerem ile Aslı, Ferhad ile Şirin gibi hikayelerde görülür ki, yaşanan aşk acısı seveni daima bir surete veya sevdiğiyle bağdaştıracağı bir objeye yönlendirir. Surete aşık olmanın mitolojide de örneklerine rastlarız. Narsisizm böyle bir aşkla doğar örneğin...
O sadece bir fotoğrafa aşık
Edebiyatımızda ise Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sında bir aşkın başlangıcı olarak gösterir bu tür kendini. Roman kahramanı Raif Efendi bir resim galerisinde gördüğü tabloda kendi iç dünyasında aradığı kadını bulmuştur. "O soluk insan yüzüne" kitaplar dolduracak kadar manalar vermiş, ona gerçekte asla olmayan vasıflar yüklemiştir. Bıkmadan usanmadan tabloyu izlerken, galeride karşılaştığı kadının tablodaki kadın olduğunu fark etmeyecek, tanımayacak -Mecnun’un Leyla’yı çölde görüp tanımaması gibi- kadar derindir resme karşı hisleri...
Aşkın bu türlüsünü "surete aşk"ı işleyen ilk yerli film olma özelliği taşıyan Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı” filminde görmek mümkün. Döneminde Erksan’ın Yeşilçam’a aykırı bulunan sinema anlayışı sebebiyle gösterilecek salon bile bulamayan, fakat yıllar içerisinde kült’e dönüşen 1965 yapımı filmin çıkış noktası olarak, Kürk Mantolu Madonna'dan etkilendiği de söylenir. Ancak hikayenin ilerleyişi ve varılan nokta birbirinden tamamen farklıdır. Siyah beyaz ve yağmuru bol filmde, ustası Derviş Mustafa ile birlikte Bozcaada’da boyacılık yapan Halil, çalışmak üzere girdiği evde duvara asılı bir kadın fotoğrafına aşık olur. Bir yıl süreyle her gün o eve giderek saatlerce fotoğrafın içinde kaybolur. Ne zaman ki fotoğraftaki kadın Meral ete kemiğe bürünüp Halil’in karşısına çıkar, Halil için korkuların açığa çıktığı bir süreçte başlamış olur. Halil kendi yarattığı aşk imgesiyle arasına fotoğrafın sahibinin bile girmesine izin vermeyecektir. Filmde de sıkça tekrarladığı gibi "o sadece resme aşık" olmuştur.
Detaylar doğru okunduğunda Sevmek Zamanı dolu dolu
Hazır aşk, karantina, evlerinde sıkılanlar var demişken, Sevmek Zamanı'ndan da bahsetmişken, izlenecekler listesinde olmayı hak eden bir yapım olduğunun altını çizmeliyim. Filmde anlatılmak istenen duyguların tam olarak yerini bulduğu söylenemez. Tek tek her detayı incelediğimizde ulaştığımız derinliğin filmin akışı esnasında izleyiciye doğrudan yansımıyor oluşu, yetersiz ve zaman zaman komik olarak tanımlanabilecek diyaloglar, gereksiz sahneler, filmin fazla müziğe boğulmuş olması, sonuna doğru bir Yeşilçam klişesine doğru evrilmesi ve sayabileceğim pek çok olumsuzluğun yanı sıra takdire şayan birçok özelliği de barındırıyor. Öncelikle Müşfik Kenter’in etkileyici performansı, kamera açıları, mekan seçimleri, süreklilik gösteren yağmura karşın büyük bir kasvet taşımaması, fotoğrafik kareler, Ovidius’in Sevişme Yolu kitabının bir sahnede göze çalınması ve bir Fransız filmi izlenimi veren siyah beyaz oluşu, izlemek için yeter de artar bile...
Sâdık Hidâyet'in, Taht-ı Ebû Nasr hikayesinde çok sevdiğim bir teranede geçer: "Dudağının köşesini evim yap benim." Bakalım karantina günlerinde ve yeni düzende aşk dudak köşesinde mi, dijital mecralarda mı kendine yer bulacak...