İkindide cenaze, yatsıda düğün
O gün köyde hem cenaze hem de düğün vardı...
İkindide cenaze, yatsıda düğün olacak iş değildi ama oldu.
Araba aynı araba, konvoy aynı konvoydu, evet bunu yapacaklardı, yaptılar. Tüm köy, cenazeye de düğüne de katılacaktı bundan sebep, kimse kimseden daha insan değildi, utanmıyorlardı.
Köyün fahişesi evleniyordu. Köyün tüm kadınları mutluydu, erkekleri ise hüzünlü. Fahişeye ise zaten soran yoktu. Bugüne kadar kim sormuştu ki mutlu musun diye, o herkese mutluluk saçarken. En zor gecelere ateş, şehvete kor, acıya da, ta kendisi olmuştu. Yürüdüğünde yedi köy sallanırdı, yosma gerçekten fazla güzeldi, en güzeldi.
Hani Sevda Ferda edalı, Türkan Şoray endamlı, Fatma Girik beyazı ama Brigitte Bardot kadar da, kadar…
Uzak köyden başka bir fahişenin piç oğluyla evleniyordu. Oğlan ellerinde sekiz parmakla doğmuş, aklı tam da gelmemiş ama anasının iki bacasız fabrikasından yüklenmişte gelmişti. Durumlar iyiydi yani, daha da ne olsundu işte. Oğlan ilk kez bizim fahişeyle birlikte olmuş olduğu gibi de saplanmıştı. Anası meslektaşını oğluna istemeye geldiğinde köy bir çalkalanmıştı hatırlıyorum.
İkindiye kadar müzik açmazsak tamamdık, cenazeye saygımız vardı. Kürek işi bitince düğün başlardı, başladı. Yiğidin harman olduğu yerde bizde düğün kurulur. Tırpandan erken dönülür, tarlalar bir sakinler, evlerde de damlarda da bir telaş yürür. Elde avuçtaki kadar işte, takılır takıştırılır, kurağa inat bir bolluk, gelinin beyazına inat allı yeşilli… Harmana yürünürken illa bir boka basılır iki dönenilir devam edilir. Kazına, keçisine, davarına, sülalesine illa bir saydırılır. En tatlı kısmı tamda düğün saatine ve hatta yerine bırakılmış dedikodu, yanlarına alınır, kim nerede oturacak protokolü önemsizmiş gibi yapılarak oturulurdu.
Çengi bir ince başlar, yarım hükümet lakaplı Muhtar Döne abide gibi oturuşundan sıyrılana kadar kimse kıpırdamazdı, o başıyla, büyüklerden birine gençler başlasın anlamına gelen meşhur hareketini yapınca asıl düğün başlardı. Döne istemezse gerdek bile olmazdı zaten.
Bizim fahişe sanatçıydı, yani tanıyanlar öyle der. İşini aşkla, insanı insana insan ile anlatır gibi yapardı, yani öyle derler. Yedi şehir öteden, hatta taa Ankara’dan geleni bitmezdi, Allah var kimseyi geri çevirmez, kapısındaki kuyruğa hüzünle bakardı, yani görenlerin anlatması.
Piç oğlanda paradan başka ne bulmuş olabilirdi acaba, biz hiç bilemedik. Onu özleyeceğiz diye mi düğünü hüzün sardı yoksa cenazeden mi bakiye kaldı bilmiyorum ama hüzün ve düğün bu kadar mı yakışırmış birbirine…
Çengiyi sevmezdim ama şarkıya mecburdum, çal dedim, çaldı.
Susarlar sesini boğmak isterler
Yarımdır kırıktır sırça yüreğim
Çığlık çığlığa yar geceler
Kardeşin duymaz eloğlu duyar
Yıkılır engeller yürür gidersin
Yüreğin taşıyıp götürür seni
Nice selden sonra bundan ötede
Kardeşim duymaz eloğlu duyar
Arkamı döndüğümde Tufan’ı gördüm. Ağlıyordu, üstelik ince ince değil, için için değil. Doktor dedim ağlama, kaybetmek böyle bir şey, bazen de işte senden bağımsız. Biz ölüme ağlamayalım, yakışıklı gibi, adam gibi yürüyelim. Belki de haberimiz yoktur ve giden gitmek istemiştir. Güzel bir adam öldüğünde hep böyle düşünürüm. Bizim köyde dostlar, güzel bir adam öldü. Doktor Tufan’da ona yandı, güzel yandı…