Kendi hayatının ‘Aktris’i ol
Her gün farklı düşüncelerle uyandığımız ve devam ettiğimiz günler, birbirinin aynısı değil artık. Anbean farklı gelişmeler yaşanıyor, birkaç saat sonramız bile belirsiz oluyor sanki. Tıpkı diziler gibi oldu hayatımız da, en azından benim hayatım öyle olmaya evrildi diyebilirim. Bir koşuşturmanın içinde gibi olduğum bir dönemde, bazen düşünmediğim detayların belirsiz sürprizleriyle karşılaşıyorum. Bu asla umursamazlıktan değil, her gün bambaşka gelişmeler ve bambaşka sonuçlar karşıma çıkabiliyor. İşte bu yoğunluğun içinden, uzun zaman sonra geldim karşınıza. Bayadır boş bırakmıştım buraları, güzel bir selam vermek istedim. Disney Plus’ta yayına giren ve sıcak sıcak hakkında yazmak istediğim “Aktris” dizisinden bahsetmesem olmazdı… Aşırı keyif alarak izlediğim “Medea’ya Göre Ahlak” oyununu tavsiye etmeden geçemezdim… Ve yazımı, 26. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde takip ettiğim filmlerle sonlandırıyorum…
Aktris maskesine gizlenmiş bir seri katil!
Dışarıdan bakıldığında parıltılı bir dünya… Herkesin gözü senin üstünde, paraya para demiyorsun, en lüks şekilde ağırlanıyorsun ve kalitenden ödün vermiyorsun… Ama arka planda ne zorluklarla boğuşuyorsun, bilen yok… DisneyPlus’ta yayına giren “Aktris” i büyük bir heyecanla izledim. Disney Plus’da dizilerin bölümleri genelde haftalık yayınlanır, ama Aktris’in bütün bölümleri hemen yayına girdi. Kimiz zaman pek çok hikayeden esinlenme havası aldım, kimi zaman etkilendiğim sahneler oldu. Ancak genel anlamda heyecanı had safhada hissettiren bir dizi izledik bence. Tabi ki artık izleyici, bulmaca çözerek ve labirentli bir yoldan giderek izlediği dizilere alışkın. Ve aslında bir süre sonra yolun nereye varacağını fark ediyoruz, artık izleyicimiz uyanık. Aktris’in genel anlamda hikayesi, evet çok etkileyici. Ama bir süre sonra yaşanacak olan olayları tahmin edebiliyoruz ve o bilinçle izledim ben. Dizinin finalinde çalan şarkı çok anlamlıydı: ‘Mutlu olamayıp mutsuz olacağıma
Hiç mutlu olmam daha iyi…’ Bazen sadece bir şeyleri kabul edip, onunla yaşamak daha iyidir belki de… Hikayeyle de güzel bağ kumuş bu şarkı ve günlerdir dinliyorum bu şarkıyı da…
Pınar Deniz’in oyunculuğuna hayranım ve kendini çok kaliteli bir şekilde geliştiren bir oyuncu. Bence diziye büyük bir artı katmış ve hikayeye başka bir yön vermiş. Karakterin içinde eğlenmiş ve bu eğlenceyi izleyiciye de hissettirmiş. Bence bir süre başka yeni bir karakter canlandırmamalı, “Yargı” daki ‘Ceylin’ in yanına bir de ‘Yasemin’i uzun süre hissetmeliyiz… Uraz Kaygılaroğlu da hikayeye renk veren ve babacan rolüyle farklı bir yönünü keşfetme fırsatı sunmuş izleyiciye… Dizinin yıldızı İpek Çiçek’i izlerken adeta nefes aldım. Küt küt atan kalbi ve oyunculuğa olan büyük hevesi çok net bir şekilde hissediliyor. Enerijsini o kadar iyi geçirmiş ki izleyiciye, sen hep ol İpek bu sektörde… Ve bir diğer etkileyici performans da Tolga Tekin’e ait. Daha önceki rollerine hiç benzemeyen, izleyiciyi şaşırtan ve kariyerine de renk tana bir karakterdi. Özellikle dövüş sahnelerinde çok başarılı olduğuu söylemeden geçmemeli.
Bir öfke, bir intikam ve kadın-ahlak sorgulaması: Medea’ya Göre Ahlak
Yer yer felsefesiyle beni bambaşka ufka uçuran “Medea’ya Göre Ahlak” oyununu, büyük bir zevkle izledim. Şenay Gürler ve Özgün Çoban’ın rol aldığı oyun, sizi Euripides’in Medea’sından alıyor ve Athena Farrokhzad’ın metnine doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Medea’nın öyküsünü incelerseniz, aslında kanınızın donduğu bir gerçekle karşılaşıyorsunuz. Ve oyun boyunca bu gerçek üzerinden, iki farlı düşünce birbiriyle zıtlaşıyor ve zıt kutuplar birbirine çarpınca da o yangının alev alışına şahitlik ediyoruz. Medea’nın vicdanı adeta sahnede at koşturuyor ve ikili arasındaki atışma bir örüntü edasıyla dizilip sonsuzluğa doğru evriliyor. Oyunun kusursuz akışı ve bilinmez sürprizlerle dolu oluşuyla hiç sıkılmadan etkileyici bir saat dilimi geçiriyorsunuz.
Şenay Gürler’in Medea ile kurduğu bağ öylesine kuvvetli ki, tüten dumanlar arasında bir kadının geçirdiği başkalaşımı izlemek büyük bir tutkuya dönüşüyor izleyende. Meda’nın vicdanı ahlakı olarak karşımızda çıkan Özgün Çoban ise, muzip ama bir yandan da bir köşeden doğruları söyleyen vidan olarak sahnede harikalar yaratıyor. Gürler ve Çoban o kadar iyi bir ikili olmuşlar ki, kurdukları iletişimin güçlülüğü seyirciye de yansıyor. Karşılıklı paslaşmalar, duyguların geçişi esnasındaki iletişimler ve birbirilerinin doğaçlarını bile tahmin edebilir. Hayranlık duyulası iki şahane performans izledim ve ruhum doydu adeta. Yeşim Özsoy’un güçlü rejisi ve oyununun minimal ama etkileyici dekoru, bir tiyatro doyumu yaşattı bana.
Kıtalardan kültürlere filmlerle yolculuk: 26. Uçan Süpürge
Her yıl büyük bir heyecanla kadınların sinemadaki mucizelerine tanıklık ettiğimiz Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali, 26. kez karşımıza çıktı. Ruh doyurucu, etkileyici ve bir o kadar benzersiz filmlere tanıklık ettiğimi belirtmem gerek, harika bir seçkiydi. Valentina Maurel’in “Elektirikli Düşlerim” filmiyle festivale start verdim. Bir aile dramasıyla başlayan hikayenin, bir büyüme yolculuğuna evrilişine tanık oldum ve aslında o büyüme yolculuğunda karakterin tosladığı duvarları gördüm. Bir düşünce seansı gibiydi aslında bu konu üzerine, hayran olduğun ve baba dediğin birinin akılalmazlığında kaybolmak… Huzursuz bir kişi olarak adaletsiz bir dünyada büyümek üzerine güçlü bir dramaysa sahipti. Filmden sonra aklımda dönen soru şu oldu: “Sonucunun kötü olacağını bile bile, sevdiğin şeyden vazgeçmenin yarattığı tahribatı engelleyebilir misin?”
Rebecca Zlotowski’nin yönettiği “Başkasının Çocukları” ise, büyüdükten ve aşık olduktan sonra hayat yolculuğunda sürprizli yollar olabileceğini bir kez daha hatırlatan cinsten. Yaşamdaki en ince duygularını bir araya toplayan filmdeki o naif hissi çok sevdim. İstekler ve tutkular var elbet, ama başkasına ait bir parçayı paylaşabilir misin? Annelik duygusu kime göre neye göre şekillenebilir? Hayatta hepimiz yolumuzu yönümüzü kaybedebiliyoruz, ana karakter de bunu ciddi bir şekilde yaşıyor. Bazen büyümek, durdurulamaz bir şekilde hayatın yanında devam ediyor. Ve bu büyümenin şekil değiştirip keşfetme yolculuğu da, Rachel’la beraber izleyene de bir yol tercihi sunuyor. Virginie Efira’nın harika oyunculuğuna bayıldım. Laura Mora’nın yönettiği “Dünyanın Krallığı” ise, umut besleyici ama bir o kadar ‘yalnız’ dostların hikayesine odaklıyor izleyeni. Bazen aydınlık diye düşündüğümüz bir yol, sonu olmayan karanlık bir tünele de götürebiliyor sizi. Kendi yalnızlıklarını bir araya getirmiş beş erkek çocuğunun yolculuğu, merak uyandırıcı ve bir o kadar umutsuz. Aslında bir bakıma, dünyanın kendi ‘krallığı’nı ilan etmiş kişilerin hanedanlıklarına adım atma cürreti üzerine güçlü bir anlatısı var. Adaletsiz bir dünyada, rahatsız bir etkilenme yaşadım bu filmle…
Ve duygusal etkilenme yaşadığım “20.000 Arı Türü” nden bahsetmeden olmaz… Kendi benliğini daha küçücük yaşında hissetmek ve bunu korkusuzca çevrene de sunabilmek… Bazen cesaretin yaşta değil başta olduğunu söylemeli aslında bu filmle beraber. Bir şeylerin farkında olmak, ama boşvererek ve görmezden gelerek akışta gitme çabası... Ama öyle olaylar yaşatabilir ki bu boşvermenin sonucu, bir tahribata yol açabilir. Estibaliz Urresola Solaguren’in yönettiği filmi izlerken, sanki sakin giden bir sele kapıldım ve sel bir çağlayana beni attı. Bu çağlayanda durularak kendime geldim. Filmde belki de en etkileyici yan, sekiz yaşındaki Sofia Otero’nun, adeta 30 yaşından da büyük bir düşünceye sahip birine hayat verircesine etkileyici performansı olabilir… Ve son filmim “Saint Omer” ise, sert bir duruşma salonun ortasına beni saldı. Alice Diop’un yönettiğ film, gerçekçi bir mahkemeye izleyeni buyur ederek aslında yargısız infaz yaptığımız gerçeklerin bazen şekil değiştirerek bize sunulabileceğini göz ardı etmemek gerektiğin vurgu yapıyor. Adalet ve vicdan arasında gidip gelmeli bir sürece tanık olmak çok zorlayıcıydı belki. Ama hikayenin örgüsü çok güçlü bağlanmış, bunu da kabul etmeli. Kayije Kagame ve Guslagie Malanda’nın enfer performansları da, gerginlik içerisinde izlediğiniz filmde soluk aldırıcı bir nefes katıyor.