Köşeler geziyorum, elimde salçalı vicdan
Vicdan diye bir şey tutuşturdu elime annem, ben onu salçalı ekmek sandım, pantolonum belimden düşe düşe gezdim sokak sokak..
Her köşe başının kendine özgü bir vicdanı vardı. Rahatsız olanı yoktu, hepsi rahattı.
Oysa annemin elime tutuşturduğu vicdan böyle bir şey değildi. Her şeyi ve herkesi kapsıyordu, eşyaların bile ruhu olduğuna inandırıyordu.
Ayak serçe parmağımı çarptığım sehpaya bile hiç küfür edemedim, belki o da benim gibi yetimdi. Bilemezsin…
Öğrencilik yıllarımın bir döneminde tahta kurusu, akrebi, haşeresi bol bir evde, yer yatağında yatardım. Dışardan eve geldiğim zaman yatağın üzerinde beni karşılayan bir akrep mutlaka olurdu. Belki de hep aynı akrep karşılıyordur da, olayı ben büyütüyordum.
Bir CD ile yatağın üzerinden almak, onları çimenlerle, toprak ile buluşturmak görevim olmuştu. Dört yüz milyon yıldır yeryüzünde yaşayan bu canlılara saygı duyuyordum. Fakat birlikte uyumak istemiyordum.
Bu hep böyle devam mı edecek acaba diye düşünürken, Bakırköy Belediyesi Şehir Tiyatroları oyuncularından Faruk Üstün ve İ.B.B oyuncularından Defne Gürmen bana çift kişilik karyolası olan bir yatak hediye ettiler.
Yerden yüksekti. Bir akrebin yatağın üzerine ulaşması için uğraş vermesi gerekiyordu. Hiçbiri uğraşmadı, o günden sonra yatağımın üzerinde hiç akrep görmedim. Yer yatağı gidince onlarda gittiler.
Eğer bu yazıyı okuyorlarsa bilsinler ki, o “Akrepleri” hala güzel hatırlıyorum.
Yerden yüksekteydim, Stella Adler’i okurken artık daha iyi anlıyordum. Ne de olsa ayağıma bir şey dokunuyormuş gibi bir ürperme hissi gelip kafamı dağıtmıyordu.
Ürperme, korkma değil de insan huylanıyor işte…
Bu iyi hal çok sürmedi. Kısa bir zaman sonra, bu sefer doğurmak üzere olan kedilerin meskeni oldu yatağım. Tekir’in günahlarının vebalini artık ben çekiyordum.
Bizimkiler dizisinden topluma yadigar olsa gerek, her apartmanda safkan cins bir adam veya madam mutlaka bulunur. Benim oturduğum apartmanda da böyle bir cins vardı. Kapıya gelir, kedilerin nasıl imha edileceğine dair şeytanın aklına gelmeyecek öneriler sunardı.
Bulunduğu kat itibari ile hiçbir kedinin onunla ve ikamet ettiği daire ile fiziksel temas ihtimali dahi yoktu. Eğer ortada bir mağduriyet varsa buna katlanan ben olmalıydım, mutfaktan aşırılan gıdalar yüzünden ben şikayet etmeliydim.
Kendimi mağdur olarak görmüyordum, bundan da şikayet etmiyordum. Köhne dünyada birlikte yaşıyor, sadece geçip gidiyorduk.
Bu durum komşumu türlü şüphelere gark ediyordu ki, yarım aklı ile kedi üreticisi olup olmadığımı sınıyordu.
Bir gün kedi üreticisi olursam, mutlaka Tekir ve Sarman üretirdim. Bunun nedenini ona anlatsam da anlamazdı ya neyse..
Yine bir gün kapıya geldi, benim evden garip sesler duyduğunu, bunun farkında olup olmadığımı sordu?
“Kedi doğum yapıyor” dedim.
“Hangi kedi?” dedi.
“Sarman, boynu kırçıllı olan.”
“Senin kendi kedin mi bu?”
“Hayır, benim kedim değil” dedim.
“Kimin kedisi?” dedi.
“Bilmiyorum, sahipli değil sanırım” dedim.
“Nasıl doğum yapıyor o zaman ya!” dedi.
Normal doğum olduğunu, pelvik darlığı nedeni ile distosi meydana geldiğini, bu yüzden çok inliyor olabileceğini söyledim.
Bana çabuk sıcak su ve bir havlu getir diyecek hali yok ya, derhal kediyi bir çöp torbasına koyarak başka bir sokağa nakil etmemi emretti.
Doğumun başladığını bu sürecin bir canlının hayatındaki en savunmasız an olduğunu anlatmaya çalıştım.
Öfkelendi; “Kedi o kedi! Sen de insansın! Geldiğin yer köy olabilir! Ama burası şehir! Bu mahluklar her türlü pisliğin içine girip çıkıyor, sonra bahçeye geliyorlar, getirdikleri mikropları hop biz ciğerimize çekiyoruz!”
Kayıtsız ve umursamaz bakışlarım onu daha da tahrik etmiş olacak ki;
“Ben uğraşamam, arayacağım belediyeyi ne gerekiyorsa gelsinler yapsınlar kardeşim!” diyerek ayağına küçük gelen terliklerle söylenmeye devam ederek merdivenlere doğru yöneldi.
Köyden geldiğimiz için şehir hayatına ayak uyduramadığımızı, Almanya’ya giden ilk Türk’lerin de aynı şeyi yaptığını, oldu olacak inek alıp onu da doğurtun evinizde diye söylene söylene kendi dairesine çıktı.
O günden sonra bir daha göz kontağı dahi kurmadık.
Birkaç hafta sonra Tekir ve ailesi de görünmez oldular.
Yıllar sonra o komşu Facebook’tan bir mesaj gönderdi “Seninle gurur duyuyoruz” diye başlayan…
Bana aynı kayıtsız, umarsız bakışı anımsatan...
Eğer Tekir ve Sarman bu yazıyı okuyorlar ise, bilsinler ki onları hala güzel hatırlıyorum.
Hayat devam ediyor, köşeleri gezmeye devam ediyorum.
Vicdanı,
Merhameti,
İyiliği,
Vefayı...
Tüm bunları kendi kişisel çıkarlarına göre belirleyen köşeler...
Bu şehirde kaç defa telefon çaldırdım bilmem.
Belki hep aynı kişi çalıyordu, diğer hırsızların günahını almak istemem.
Kaç taksiciden sahte para üstü aldığımı hatırlamıyorum bile.
Belediye otobüsünde yaşlılara yer vermemek için hiç uyuyor numarası yapamadım.
Kadıköy’den Bağcılar’a, Bağcılar’dan Taksim’e, Taksim'den Kavacık’a iki-üç saat süren yolculuklarda hep ayakta gittim, geldim.
Üniversitede oyunculuk bölümü okuyor, Türkiye’nin en iyi hocalarından dersler alıyor fakat uyuyor numarası yapamıyordum.
Köşeler geziyordum.
Bağlı bulunduğum menajerlik şirketi Reha Erdem’in yeni çekeceği film için kendisi ile birebir görüşme organize etmişti.
Bir oyuncu adayı için muhteşem bir fırsattı.
Bütün gece gözüme uyku girmedi, defalarca yönetmenin bulunduğu odaya giriş provası yaptım.
- “Merhaba.”
- “Merhaba hocam.”
- “Hocam merhaba”
- “Merhaba hocam, nasılsınız?”
- “Rehacım hayırlı olsun, yeni filme başlıyormuşsun?”
- “Reha hocam, merhaba, nasılsınız?”
Pozitif ol, gülümse, kahverengi, gri tonlar sakın giyme.
Bir iş görüşmesinde kahve ve gri tonlar negatif etki yaratır.
Evden çıkarken sağ ayağınla ilk adımını at...
Adamın umurunda bile olmayacağı detaylarla tüm gece kendimi boğdum.
Müthiş heyecanlıydım, odaya sığamıyordum.
Görüşme Nispetiye Caddesi’nde bir ofiste olacaktı.
Levent’te dolmuştan inerek Etiler istikametine doğru yürümeye başladım. Yarış arabası gibiydim ama tekerleklerim titriyordu.
Bu sırada yolun ortasında çırpınan gri bir şey gördüm.
Arabalar onu ya son anda fark ediyor ya da şans eseri tekerleğin altında kalmaktan kurtuluyordu.
Caddeye fırladım, araçları yavaşlatmaya çalışırken bir araç yine üzerinden geçti tekerleğin gazabından son anda kurtuldu.
Şükür, bir servis minibüsü durumu fark ederek durdu. Caddenin ortasından aldım onu, kaldırıma geri döndüm.
Yavru bir kumru kuşuydu, avuçlarımın arasında oluşu onu rahatlatmış olmalı ki hiç çırpınmıyor, kaçmaya çalışmıyordu.
Kalça kısmında çok hafif bir kanaması vardı.
Kaldırımda bir süre öylece kalakaldık.
Görüşmenin olacağı ofise birkaç yüz metre kalmıştı.
Şimdi ki ben yaşlarda olan biri yanıma geldi, muhtemelen orada ki esnaflardan birisiydi.
Yol kenarındaki ağaçları göstererek onlardan birinden düşmüş olabileceğini, kenara bir yere koyarsam kuşun annesinin onu bulabileceğini söyledi.
Bu bana mantıklı geldi, hem o gösterdiği yerden tekrar caddeye düşme olasılığı yoktu.
Ta ki o iki şişko Etiler kedisini görene kadar...
Yavru kumru kuşunu yaşatabilmek için elimde güçlü bir koz vardı.
Veterinere gitmek!
Nispetiye Caddesi’nde avucumdaki yavru kumru kuşu ile yürümeye başladım.
Karşının taksisi olduğum için bilmediğim bir bölgedeydim, en yakın veteriner kliniğinin nerede olduğunu bilmiyordum ve görüşmenin başlamasına da otuz-otuz beş dakika kalmıştı.
Önsezim Etiler’de hemen hemen her evde evcil hayvan bakıldığını, bu durumda civarda bakkal sayısı kadar veteriner kliniği bulunduğu yönündeydi.
Nitekim yanılmadım, karşıma tam bizim yavruyu yaşatabilecek donanımda olduğunu daha dışarıdan bakınca hissettiren bir klinik çıktı.
İçeriye girdim, iki sekreter vardı, sağ olsun birisi hemen karşıladı. Durumu olduğu gibi anlattım.
Sekreter hanımın beni anladığını gözlerinden anlamıştım ki, diğer hanımefendi bu şekilde hasta kabul edemeyeceklerini söyledi.
Ne şekilde kabul edebileceklerini sordum, hasta giriş kaydı oluşturulması gerektiğini, bunun da ücrete tabi olduğunu söyledi.
Cebimde 90 TL, cüzdanımda da bugünün İstanbul Kartı’nın başka bir versiyonu vardı.
Yani en kötü koşul düşünüldüğünde Etiler’den Kadıköy’e yürüyerek dönmek gibi olasılık yoktu. Bu iyi bir şeydi.
Kayıt işlemleri için birkaç soru sormaları gerektiğini söylediler.
- “Buyrun hazırım” dedim..
- “Hastamızın adı nedir?”
Kabul etmek gerekiyor ki güzel soruydu! 15-20 dakika önce tanıştığım yavru kumru kuşuna isim bulmak hiç aklıma gelmemişti.
Hanımefendiye bu durumu bir daha hatırlattım. Hasta giriş kaydı için bunun gerekli olduğunu, öylesine de olsa bir şey uydurmamı söyledi.
- “Kuş” dedim. “Evet kuş, hasta adı ‘KUŞ.’ Tek ‘ş’ ile”
- “Cinsi” dedi?
- “Kumru kuşu” dedim
Doğum tarihi diye soracakken muhtemelen kendisini yakaladı, bu önemli değil diye geçiştirdi. Sanırım insanca anlıyor bu kadın diye düşünürken “Cinsiyeti nedir?” diye sordu?
Daha fazla vakit kaybetmemek için “Erkek” dedim, eğer dişiysen ileride bu duruma birlikte çok güleceğiz biliyorsun değil mi? diyen gözlerle yavru kumru kuşuna baktım.
Mevzu baya Aziz Nesin hikayesine dönmeye başlamıştı.
30 TL muayene ücreti talep etti, çıkarıp verdim.
Eğer doktor bey ihtiyaç duyarsa röntgen, kan tahlili ve ameliyat ücreti de olacaktır diye ekledi.
Toplamının ne kadar tutacağını sordum?
Hastayı kabul edecek olan hekimin kullanacağı malzemeye göre bunun değişeceğini söyledi. Kendisinden tahmini bir rakam istedim. “250-300 TL arasında bir şey olur herhalde” diye yanıt verdi.
Kimliğimi bıraksam, ücretin kalanını bir iki gün içerisinde getirsem olur mu diye sordum?
“Tedavi tamamlanınca konuşuruz bunu” dedi. Tam bu sırada veteriner hekim yanımıza geldi, durumu bir fasıl da ona anlattım, birlikte muayenehanesine geçtik.
Yavru kumru kuşunu muayene etmeye başladı, yarasını inceledi, “Muhtemelen kedi saldırmış” dedi.
O an bütün kedilerden nefret ettim, olay mahalline geri dönüp o iki şişko Etiler kedisini dövmek geldi içimden.
“Yaşaması zor, ben operasyonunu yapacağım ama narkozu kaldırabileceğini sanmıyorum” dedi.
“Narkoz verilmeden işlem yapılabilir mi?” diye sordum.
Kalçasına dikiş atması gerektiğini, bunun da narkozsuz olamayacağını söyledi.
İçimde kocaman bir umut vardı, hayatımın en önemli görüşmelerinden birine giderken bu çocuğun yoluma çıkması tesadüf olamazdı.
“Yaşar, o yaşar” dedim. Siz ne uygun görüyorsanız öyle yapalım dedim, ameliyatın ne kadara mal olacağını sordum.
“Ücrete gerek yok beyefendi, biz hallederiz” dedi.
Sadece bilgi verebilmek için bir iletişim numarası bırakmamı rica etti.
Klinikten dışarıya çıktım, bir sigara yaktım, caddede yürüyordum, sağ avuç içimde biraz kan vardı.
O an yavru kumrunun adını buldum.
Adı artık Yaşar’dı…
Görüşme mi ne oldu?
Bir saat geç kaldım, ofise gittiğim de Reha Erdem çıkmıştı, asistanlarından birisi ile kısa bir süre görüştük, kameraya sağa döndüm, sola döndüm, kameraya bakıp gülümsedim, toplantı bitti.
Muhtemelen geç kaldığım için sorumsuz biri olduğumu düşünerek değerlendirmeye bile almamışlardır beni.
Ofisin bulunduğu yerden Beşiktaş’a kadar hiçbir şey düşünmeden, öyle aylak aylak yürüdüm.
Sagopa Kajmer o zamanlar bu kadar meşhur değildi, onun bir şarkısını doladım dilime, çoktan gelmiştim Barboros Bulvarı’na...
Böylece dolmuş parası da cebimde kalmıştı…İyi ki Sagopa Kajmer vardı..
Ertesi gün öğlen saatlerinde de Yaşar’ın öldüğü haberini aldım...
Eğer bu yazıyı okuyor ise, sevgili kumru kuşu Yaşar seni hala güzel hatırlıyorum..
Köşeler geziyorum, elimde salçalı vicdan...