Doğduğun ev kaderin değil saf kız...
Okulların online olması, gelen ara tatil ve İstanbul’un yoğun vaka haritası nedeniyle bir süredir, Muğla’daki aile evimizde kalıyorum. Oğlum, babaanne ve dede yanında pek rahat. Ben ise yazarlığını yaptığım bu sitenin hakkını vermeye başladım. Şimdiye kadar hiç izlemediğim dizilerle burada, minik evimizde müşerref oldum. Dizi ritüelmiş meğer, kuşaklararası fark çok bariz. Burada akşam olunca günlere göre katı şekillerde bölünmüş bir dizi programı var. Zinhar netten falan sonradan, reklamsız dizi izlenmiyor. Evimizin büyükleri, saniye saniye, reklam kuşağında bile programlarına ihanet etmeden dizi takip ediyorlar. O son reklam var ya hani yarım saate yakın giren, sonrasın da dizinin final sahnesinin gösterileceği sanılan ama gösterilmeyen, o sahneyi bile bekleyenlerle dizi takip ediyorum. İşte o dizilerden biri, beni hipnotize ederek içine çekti. Müge Anlı gibi. Esra Erol gibi. Gerçekten Balat’ta var çünkü bu insanlar. Önce müzik dinlediğim kulaklığımı çıkardım. Neden bu kadar agresifler, neden herkes birbirine bağırıyor diye. Uzaklaşmaya çalıştıkça, şimdi ne olacak diye bakar oldum. Kafamı da çevirmişim artık sadece duymuyor, izliyordum. Başladım söylenmeye. Neden bu kadar seksistler? Kadın karakterler neden böyle yazılıyor? Bu maço adam kim? Kayınvalidem bana döndü ve “Ne Mehdiymiş be gördün mü?” dedi. “Zeynep’te aptallığına doymasın...”
Doğduğun Ev Kaderindir bu haftaki dizim. 2019 yılının son ayından beri TV8 ekranlarında, reytingleri de hiç fena değil. Gerçek bir hayat hikayesinden yola çıkılmış. Dizilere ilham veren kitaplarıyla adını tüm televizyon izleyicisine duyuran Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun Camdaki Kız hikayesinden uyarlanmış. Demet Özdemir, Erkenci Kuş sonrası bambaşka bir role bürünmek istemiş ve tercihini bu diziden yana kullanmış. Yeni jenerasyon Kadir İnanır maçoluğu kendisine cuk oturan asıl oğlanımızı ise İbrahim Çelikkol oynuyor.
Lütfen kimse beni yanlış anlamasın. Kendi büyüklerimi aptal bulmadığım gibi seyircinin her tercihine de saygım sonsuz. Diziyi beğenenlerle, benim gibi eleştirenler arasında bence duygu farkı var. Ben diziyi baştan aşağı varoş, klişe ve sığ görürken, kendimi, dizinin içine nasıl çekildiğimi anlamaya çalışırken, her karakterin derinliğini düşünürken buldum. Her diziyi çok düşünerek izliyorum. Salt vakit geçirmek için, böyle de hayatlar var demek için, ne olacak bu Zeynep’in hali demek için izlersen gayet izliyorsun, izlemem dediğin diziyi. Deşarj bile olabiliyorsun ayrıca izlerken çünkü çok pes yahu olay var. Çatışmanın kralı var. Kan davası, zengin kız, fakir oğlan, maçoluk, kadına dayak, imkansız aşk, evlatlık hikayesi, yakın arkadaşın sevgiliyi elinden alması, maçoluk, kız kaçırma, mahalle ve komşuluk teması, koruyucu ailelik, kadının ayakları üzerinde durma çabası, kadın cinayeti, yine maçoluk...
Kim kiminle nerede ne zaman çözmek için hemen sıkıştırdım bizimkileri anlattılar bana ağzım açık dinledim. Bir de oturup ilk bölümünü izledim. 2. sezon 29. bölümünde bir izleyici kazandın sana helal olsun. Toparlamak gerekirse Türkiye neyse dizisi o. İsyanın neyeyse bu dizi de var. Kimi vakit geçsin diye izliyor, kimi söverek.
Mehdi her mahallede var. Zeynepler de maalesef.
Asıl mesele; kadınlar her şeye rağmen bu kadar iyi kalmaya çalışıyor mu?
Herkes beni sevsin diyor mu?
Ne şiş yansın ne kebap diyor mu?
Vicdanıyla hareket ediyor mu?
Yalandan dolandan hayatlar sıkışmalı mı?
Bu artık insanlık değil sanki biraz salaklık mı?
İşte bunlar da tartışılır.