Dünya durdu!
Yıllar önce taşra diye tabir edilen İzmir’deki üniversitemden mezun olup sinema ve dizi sektörünün kalbi olan İstanbul’a geldim. Bir yandan iş arıyordum, diğer taraftan da İstanbul’u tanımaya çalışıyordum. Yapım şirketleri daha çok Beyoğlu’nda olduğu için Taksim civarında iş arıyordum. Ortaköy’de kuzenlerimin yanında kaldığım için de neredeyse her gün yolum Taksim’e düşüyordu. İş arıyordum ama acele etmiyordum. İş görüşmelerimden çok daha önce bir saatte evden çıkıp bazen yürüyerek Taksim Meydanı’na gidiyordum. Benim acelem yoktu ama nedense Taksim Meydanı’na adım attığım an o telaşlı kalabalığın ritmine kendimi kaptırmış buluyordum ve onlar gibi hızlı adımlar atmaya, sanki bir yere geç kalmışım gibi koşmaya başlıyordum. Hal böyle olunca iş görüşmesi yapacağım yere 30 dakika ya da bir saat erken gidiyordum. Sonra saatime bakıp, o zamanlar cep telefonu yoktu ve birilerine saat sormamak için makbul olanı saat takmaktı, oyalanmak için etrafta gidebildiğim yerlerde zaman dolduruyordum. O kalabalığı anlamak istiyordum ama bir türlü anlayamıyordum. Onların ritmine ayak uydurduğum için de her seferinde kendime kızıyordum. Ama yine de kendime engel olamıyordum.
24 saat nefes almadan yaşayan şehir
Benim bir işim yoktu, acele etmem gerekmiyordu. Peki, o koşturan insanların hepsinin yetişmesi gereken bir işleri mi vardı? Hadi vardı diyelim, neden evden zamanında çıkmamışlardı da şimdi koşturuyorlardı? İzmir’de hiç bu kadar koşturan insan görmemiştim. Sabah mesai saatinde de, okula giderken de… Yıllar geçti, ben İstanbul’da yaşamaya başladıktan sonra bu ritmin kente ait olduğunu anladım. Hiç durmayan, sürekli hareket halindeydi bu şehir. 24 saat hiç nefes almadan yaşıyordu. Gece yarısında trafik, kalabalık, öğle saatinde trafik, kalabalık, koşan insanlar, kalabalık... Bu döngü kendini tekrar ediyordu. Bir tek pazar sabahları, o da erken saatlerde nispeten boş gibiydi bu şehir. Buna alışmıştım ama zaman zaman isyan etmekten de vazgeçmedim… Ne işi vardı bunca insanın? Hadi ben serbest çalışıyorum, yahu herkes mi serbest çalışıyordu? Bunca insan günün her saati nasıl sokaklardaydı?
İlkbaharı kafeslerimizden izliyoruz
Ve bir gün olacağını kimsenin tahmin bile edemediği bir şey oldu; dünya durdu… Bir gün salgın bir hastalık, bir virüs tüm dünyayı olduğu gibi İstanbul’u da vurdu. Herkes evinde şimdi! O koşarak işe gitmeler, buluşmalar, görüşmeler... Ne oldu onlara? Bu koca şehir evinde şimdi… Ve şehir sessiz, gürültüsüz, telaşsız… Kimi insanlar doğa kendine geldi diyerek fotoğraflar paylaşıyorlar. Kaldırımda açan gelincikler gibi… Doğa arsızca ilkbaharı karşılarken, bizler evlerimizde kalıp ilkbaharı pencere kafeslerimizden izliyoruz. Hep ilgimi çekmiştir, betonun arasından inatla çıkan bitkiler, çiçekler… Kendilerine bir yol bulup gelişimini tamamlamak için engel tanımadan betonun, kaldırım taşının arasından hayatı bulmaları sanki bir mucize gibi… O tohumlar nasıl olup da betonun bir köşesinden yolu bulabiliyorlardı?
Kendi mucizemizi yaratma dönemi
Şimdi de biz kendi mucizelerimizi yaratma dönemindeyiz. Kendi yolumuzu bulup betonun çatlağından güneşe ulaşmalıyız. Bu dönem geçecek, o çılgın kalabalık yine işe, sevdiklerine, buluşmalara, görüşmelere gidecek. Sağlıklı ve güzel günlerde çılgın kalabalıklarda buluşmak üzere…