Gitmek...
Uzun bir süre kendimden haber alamadım, haftalardır eve uğramamışım, mahallede gören duyan olmamış.Telefonum çalıyor ama cevap vermiyormuşum. Markete sormuşlar o da yerimi bilmiyormuş. Sakın başıma kötü bir şey gelmiş olmasın diye düşünürken, Akdeniz'de küçük bir sahil kasabasında görmüşler beni; Mutluymuşum.
Küçük bir üzüm kızı, göz kapaklarıma yakamozlar çizerek aydınlatmış gecemi, gramofonda kabak kemaneden süzülen bir taksim zamanı durdurmuş. Önümde Ata bardağım, damağımda enginar kalbim,bir an unutmuşum Lidya’da olduğumu. Bu bölge de tedavülden çoktan kalkmış benim haberim yok! Ben hala takas ile ticaret yapıyor, elimde olmayınca yüreğimden veriyorum.
O vakitlerde henüz tanışmamış, selamlaşmaşım Kral Gyges ve başkanı olduğu futbol kulübünün kalabalığıyla. Takas ile ticaret yaptığım için kendimi vergiden muaf tutuyorum. Kocaman kral insanın sevgisinden, iyi niyetinden de vergi alacak değil ya. Kimseyle ilgilenmeden orta rahatlıkta bir sandalyede içimdeki sesleri dinliyor, akşam üzerleri olabildiğimce Akdeniz olmaya çalışıyorum. Çünkü bu kadar haksızlığın, kirlenmişliğin karşısında insanın deniz olması gerek.
Sırta saplanmış kurşunları, kopmuş balıkçı misinalarını, meşrubat atıklarını, pet şişeleri ancak deniz gibi hareket etmeyi öğrenirse zihninden dip akıntılarıyla dışarıya atabilir insan. Başka türlüsü güç.
Kimseyi tanımadan küçük bir sırt çantası ile geldiğim bu küçük kasabanın sokaklarında her gün kaybolarak ödüllendiriyorum kendimi. Her kayboluşta biraz daha kendimi buluyorum. Meydanların, meyhanelerin, çay bahçelerinin her hafta yüzleri yenileniyor. Başka başka şehirlerin insanları, aynı sofralarda, aynı şeylerden şikayet ediyorlar.
Büyük bavullarla ya da benim gibi küçük bir sırt çantasıyla ama mutlaka beyaz bir ten ile geliyorlar, birkaç gün sonra bronzlaşıp, yüklerini alıp, esmerleşerek gidiyorlar. Görünen o ki burada değişim dıştan içe. Bronzlaşan, değişen, değiştiğine inanan yola koyuluyor. Pek bir farkı yok aslında, gerçek dünyada olduğu gibi bu kasabada da herkes giderken gerçek rengini belli ediyor.
Bu yüzden her hafta gelenler daha az, gidenler sayıca hep biraz daha fazlaymış gibi geliyor bana. Gitmek gerekliliğidir insanın, herkes gider bir gün. Kimi gök gürültülerini kuşanır gider, kimi elleri cebinde öyle sessiz sedasız. Kimi dünyada ölür, kimi dünyanda. Kimisi utanır giderken. Durur ve pişmanlıklar denizinde insanca attığı son kulaca bakar. Özür diler hayattan. Yaşadıklarından, yaşattıklarından af diler gider.
Kimi çok uzaklara gider, kimi gittiğini sanır. Bazı gidenler vardır ki, onlar gittikleri mesafelerde sınanır. Kimi gönül alarak gider, kimi resimleri yırtarak. Kimi sırayla gider, kimi sırayı şaşırarak. Kimi kendi renginde gider, kimisi bronzlaşarak. Kimi kral gibi gider, kimi kendini kral sanarak. Kimi sırt çantasını unutarak gider, kimi bavulunu hazırlayarak.
Gözümün akına vuran uykusuzluğun rengi baştan sona mısradır!
Siyah olur gidenlerin trenleri...
Kalanların yüreği zaten yaradır!
Anlayan anladı. Anlamayanlarda kurcalamaya devam ediyor.. Kalemine sağlık abimiz/yazarımız Hakan Yufkacıgil