Keşke değişen tek şey teknoloji olmasa
İzmir depremi beni yıllar öncesine götürdü, Star Haber Merkezi'nde muhabirlik yaptığım zamanlara. 1999 depreminde önce Avcılar sonra da İzmit’e gönderilmiştim haber peşine. Aylarca eve gidemedik, kirlilerin olduğu bavulu şoföre veriyordum, anneme temizleri koyup geri yolluyordu. Binalarda kalamadığımız için arabalarda yatıp kalkıyorduk. Günde 4-5 canlı yayın yapıp aralarda da habere koşturuyorduk. Değil sosyal medya, internet bile doğru düzgün yoktu. Hatta takoz büyüklüğündeki cep telefonları bile zar zor çekiyordu.
O zamandan sonra dünyada neler değişti, gelişti say say bitmez. Gel gör ki bizde değişen pek bir şey yok. Aynı haykırışlar, aynı umut dolu bekleyişler: Sesimi duyan var mı? Acılarımızdan hatalarımızdan ders almayan bizler yine dualara sığındık, akıl ve bilimle yapamadıklarımız, hatta bile bile yanlış yaptıklarımız karşısında. Ateş düştüğü yeri yaktı. 10 gün sonra gündemden düşecek, yeni haber ve olayların etkisinde unutulacak yaşananlar, ta ki bir daha canımız yanana kadar. Rahmetli Ahmet Mete Işıkara namıdiğer Deprem Dede’nin bir sözünü hiç unutmam; “Deprem unutulunca olur.” Umarım bu sefer unutmayız ve hatalarımızdan bari bu sefer ders çıkartırız. Televizyonda izlediklerim 1999 depreminde yaşadığım bir olayı aklıma getirdi. Kelle koltukta bir haber için neleri göze almışım okudukça aklıma gelen detaylara ben bile şaşırdım.
Haber bölgem olan İzmit’ten ayrılıp Adapazarı’nda yaşanan bir yardım skandalına tesadüfen denk gelmiştim. Dağıtılan yardımlarda yaşanan rezaleti çeken tek ekip bizdik. Bir an önce İzmit’teki canlı yayın aracına dönüp görüntüleri İstanbul’a geçmem gerekiyordu. Ancak Adapazarı-İzmit arası tıkanmıştı ve biz bir türlü yol alamıyorduk. Haberin başlamasına 1 saatten az bir süre kalmıştı ama biz kilitlenmiş trafikte bir arpa boyu gidememiştik. İşte o anları kaleme aldığım yazımı buldum ve sizlerle olduğu gibi paylaşıyorum.
“Haberin başlamasına tam bir saat vardı ve ben hala Adapazarı’ndan çıkamamıştım. Merkezi arıyordum ama düşürmek ne mümkün. Çıldırmak üzereydim ki önce motosikletin sesini duydum. Kısa süre sonrada kendisini gördüm. Şoförler birbirini yerken motosikletin üzerindeki iki kişi sanki güzel bir pazar günü gezintiye çıkmış gibi kilitlenmiş trafikte ilerliyor. Tam bizim yanımızdan geçiyorlardı ki aklıma parlak bir fikir geldi. İkinci kez düşünmedim bile, motosikletin sürücüsünü durdurup inandırıcı bir yüz ifadesi takındım. Ben dedim haber merkezinde çalışıyorum, iki çocuğum var; eğer bu kasetleri İzmit’teki canlı yayın aracına yetiştiremezsem beni kovacaklar kocam zaten alkolik, olan çocuklara olur. "Sevabına beni İzmit’te götürür müsün?" diye yalvardım. Motosikletin sahibi 27-28 yaşlarında genç bir çocuktu. Biz de İzmit’te gidiyoruz ama arkamdaki arkadaşımı da götürmem lazım o ne olacak dedi. Ben onlarla konuşurken şoförüm ve kameraman bana delirmişim gibi bakıyorlardı. O sırada başka parlak bir fikir daha geldi aklıma. Arkadaşını da bizim şirket arabası getirir İzmit’te orada buluşuruz dedim. Bir anlık tereddütten sonra kabul etti. Ben çektiğim kasetleri koynuma koydum. Arkadaşı bizim arabaya ben de motosiklete bindim ve böylece yolcu değiş tokuşu tamamlandı. Hareket etmeden şoförü çağırıp kulağına bana "Bak bu beni İzmit diye ormana falan götürürse sen de arkadaşının icabına bakarsın tamam mı" dedim. Söylediklerim yarı şaka yarı ciddiydi ama şoförün yüzünü iyice allak bullak etmeye yetmişti. Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete diye içinden geçirerek yola koyulduk. Yolda arabaların arasından araçlara teğet geçerek ilerlerken aklımdan da acaba İzmit diye beni başka bir yere götürür mü şeklinde bin bir düşünce geçiyordu. Ama artık çok geçti. İzmit’in dönülmez yolunda hiç tanımadığım bir adamın arkasında kafamda bir kask bile olmadan motosikletle zamana karşı yarışıyordum. Bir süre sonra tıkanan yolu geride bıraktık ve daha da hızlanarak İzmit’e yaklaşmaya başladık. Yanan Tüpraş rafinesini gördüğümde neredeyse sevinçten ağlayacaktım. Depremden sonra sızıntı nedeniyle Tüpraş'ta büyük bir yangın çıkmış felaketten sağ kurtulanlarda şehrin dışına çıkartılmıştı. Aradığım canlı yayın arabası Tüpraş'a yakın bir noktadan canlı yayın yapıyordu. Tüpraş patladı patlayacak söylentileri yüzünden etrafta hiçbir canlı kedi bile yoktu.
15 dakika etrafta tur attıktan sonra canlı yayın aracını görebildik. Canlı yayın aracına yaklaştıkça motosikletliye yavaşlamasını söylüyordum ancak o motorun gürültüsünden duymamış olacaktı ki biz o sırada yangınla ilgili bilgi veren muhabirin canlı yayının ortasından geçtik. Muhabir arkadaşın beni gördüğünde ki yüz ifadesini unutmam mümkün değil. Yayına konsantre olmuş büyük bir heyecanla petrol yüklü tanklar patlarsa ne olabileceği ile ilgili varsayımları anlatırken önce sesini bizim yaklaşmakta olan motosikletin gürültüsü bastırdı. Sonrada sahneye biz girdik. Muhabir arkadaş yanan rafineriyi arkasına almış havaya doğru yükselen alevleri kapatmayacak şekilde canlı yayınını yaparken biz yangınla onun arasına girmiş ona doğru ilerliyorduk. Motosikletin arkasında rüzgardan saçı başı dağılmış yüzüm gözüm toprak içindeki beni önce tanımadı. Gittikçe ona doğru yaklaşınca göz bebekleri büyüdü büyüdü yuvalarından fırlayacakmış gibi oldu. Ve korktuğum başıma geldi. Şaşırdı ve yayında teklemeye başladı. Dili dolandı ve yangınla alakası olmayan bir şeyler geveledi ve yayın İstanbul stüdyosu tarafından daha da batmadan kesildi. Getirdiğim kasetleri hemen canlı yayın aracına verdim ve yayına 10 dakika kala tüm görüntüleri geçtim. O sırada merkezi aradım geldiğimi haber vermek için ancak telefona cevap veren müdür bizi aramakla boşuna zahmet etmişsin. Motosiklet tepesinde yayının ortasından geçerek geçtiğin için geldiğini hem duymayan hem görmeyen kalmadı maşallah." dedi.
Artık habere ulaşmakta haber yapmakta eskiye göre çok daha kolay. Keşke değişen ve gelişen tek şey haber almak için kullandığımız teknolojiler değil de içerikleri olsa. Hala en az başında sesimi duyan var mı diye hiç bağırmak zorunda kalmayız. Ama insan aynı hataları tekrar tekrar yapıp farklı sonuç bekleyemez değil mi?