Tuba Büyüküstün: 2000’lerin yoncası
Yeşilçam’ın dört yapraklı yoncası nasıl varsa ve var oldukları dönemde yerleri hiç değişmediyse, 2000’lerde de bu yoncanın ilk yapraklarından biri olacak gizemli, hem güzelliği hem de oyunculuğuyla bir o kadar cezbedici, yeri her zaman ayrı kalacak Tuba Büyüküstün’ü gördü gözlerimiz.
Yeşilçam demişken neden bu noktadan lafı açtığımıza da az çok değinelim. Sultan filminde Türkan Şoray’ı çamur içinde yuvarlanırken, Kanlı Nigar’da Fatma Girik’in aslında verdiği tüm mücadelenin evladı için olduğunu gördüğümüz sahnelerden; saçı başı dağılmayan, ağlarken makyajı dahi bozulmayan, karakterden çok güzelliğin/yakışıklılığın ön planda olduğu oyunculukları izlediğimiz zaman dilimine geçildiğini çok net bir şekilde söyleyebiliriz.
Bu noktaya gelinmeden evvel zaman içinde, karakteri ortaya çıkaran, dört yapraklı yoncanın bu mirasını taşıyan oyunculardan biri de Tuba Büyüküstün idi.
Çemberimde Gül Oya dizisinde hem kendi hem de hayat verdiği Zarife karakteriyle bizleri meraka sürükledi. Sessiz, belki de içten içe bir kuş kadar özgür olma duygusunu kumaşlara işleyen bir genç kızın iç dünyasını anlattı bizlere, çok fazla cümle kurmadı belki ama biz onun ne demek istediğini yüzüne bakınca anlar olmuştuk. Zarife, sadece bir dizi karakteri olmaktan çıkmış tüm gerçekliğiyle ailemizin bir ferdi oluvermişti.
Aradan çok bir zaman geçmedi ki Ihlamur Altında dizisinde Filiz karakteriyle çıkıverdi karşımıza. Onu ilk gördüğümüzde “Aaaa Zarife oynuyor!” desek de O, bize bu kez Filiz’i anlattı. Zarife’yi kendi köşesinde ağırlamaya en güzel şekilde devam etti ama Filiz’i de es geçmedi. Onu bize Zarife’nin gölgesinde değil, yepyeni bir karakterin tüm gerçekliğiyle anlattı. Kısaca, taş yerinde ağırdırın mesajını oyunculuğuyla alt mesaj olarak iletti.
Bir karakteri izlerken kendisini arka plana atmayı başaran, güzelliğini/yakışıklılığını bozmayacak şekilde sinirlenen, ağlayan, suya girse taranmış saçlarıyla sudan çıkan oyunculukların karakterden uzak tavırlarına alışkın olduğumuz ve karakterin kendisini izlemeye hasret kaldığımız bu dönemde, onu hep kendini ön plana atarak değil de hayat verdiği karakterleri bize anlatırken gördük.
Elbette hayat verirken “Ben olsaydım ne yapardım?” dediği noktalarda kendinden ufak özellikler de eklemiş olabilir ama bunu yaptıysa bile yine de fark etmedik. Gönülçelen’de Hasret, 20 Dakika’da Melek, Kara Para Aşk’ta Elif, Cesur ve Güzel’de Sühan, son olarak Rise of Empires: Ottoman’da Mara Hatun olarak karşımıza çıktı. Üçüncü paragrafta da belirttiğimiz üzere biz Tuba’yı değil, hayat verdiği, vermeye devam ettiği karakterleri izledik. Eh bu da zaten, izleyici gözüyle değerlendirdiğimizde kendisini ekranda gördüğümüzde mutlu olmamıza neyin sebep olduğuna ufak da olsa bir cevap olabilir.
Yeşilçam’ın dört yapraklı yoncalarına da selam durmuş ve ikinci paragrafta ufak bir giriş yapmışken, Ihlamurlar Altında’da Filiz’i izlerken aynı duyguları ta o zamanlarda da yaşayabileceğimizi, 2000’lerin içinde o duyguların var olmaya devam ettiğini pek ala hissetmiştik.
Demek ki marifet, karaktere can verirken kendini ön plana çıkarıp, karakterden de az da olsa ekleme yapmakla olmuyor. Demek ki izleyici, gerçekten bir karakteri izlediğinde aslında oyuncunun kendisinin değerini de biliyor, çoğu şeyin kör göze parmak olduğunun da farkında. Demek ki izleyici oyuncunun kendisinden çok karakteri de izlediğinde her iki kişiyi bağrına bir başka basıyor. Tuba Büyüküstün’ü her şeyden çok öne çıkaran da bu oluyor zaten, öyle değil mi?