Hiç kimse yaşadığı ilkleri unutamaz, hele ki bu mesleki anlamda kendisine bir alanda başarı sağladıysa… Bir ‘film festivali’ demek ne demek, festivalde film izlemek ve festival takibi nedir çok iyi öğrendiğim “Ankara Film Festivali”nin 33. yılındaydık… Dolu dolu bir film programı, kıyasıya yarışan güçlü filmler, değerli sanatçılar ve eğlence bir aradaydı her zamanki gibi. Dokuz günlük maratonun ardından bir hayli yorulduk, ama tadını doyasıya çıkararak bir festivali daha sonlandırdık. Peki ödüller kimlere gitti, hangi filmleri izledim ve festivalde neler gözlemlediğimi soracak olursanız; hepsini yazımda sizler için bir araya getirdim…
Salonları tıklım tıklım eden Ankara seyircisi…
Meb Şura Salonu’nda gerçekleşen açılış gecesi; Zülfü Livaneli, Rengim Gökmen, Sevin Okyay, Ceylan Özgün Özçelik ve Farah Zeynep Abdullah’ın aldığı ödüllerle beraber yaptıkları dikkat çekici konuşmalarla renklendi. Sanatın. Özellikle sinemanın naif bir sanat üretimi oluşu ve sektörde yaşanan ayrımcılıklara dikkat çeken konuşmalar önemliydi. Artık festivalin geleneği haline gelen müzik dinletisi de ruhumuza daha da renk katarak, müzikle sinemanın bir kez daha güzel bir parça oluşturduğunu yeniden hatırlattı. Ankara Film Festivali’nin naif, butik ve herkesin bir arada olduğu sıcak halini seviyorum. Çünkü herkes herkesle bir araya gelip selamlaşabiliyor, tanışmayan kalmıyor neredeyse ve daha da güçlü iletişimler bırakıyor bu da bizlere. Bu yılki festivalde Büyülü Fener Sineması’nda, resmen adım atacak yer yoktu. Neredeyse her salon tıklım tıklım ve birçok filmin bileti de bitme noktasına geldi. Festivali bu kadar cıvıl cıvıl ve capcanlı görmek bize de çok iyi geldi, neredeyse bir filme yer bulmakta zorlandık. Festivalde 4 filmin ekibiyle yapılan sohbetlerin moderatörü oldum. Film sonrası gerçekleşen söyleşilerde bir kez daha fark ettim ki, Ankara seyircisi sinemayı özlemiş. Hatta sordukları sorularla ve fark ettikleri detaylarla bazen film yaratıcılarını bile cevap vermekte zorladılar. Festivalleri dolu dolu görmek ve herkesin festivallere akın etmesi bence mükemmel bir şey…
Kurak Günler’in ‘En İyi Film’ zaferi…
Gelelim ödül gecesine… Ulusal Yarışma’da yer alan 11 filmden 4’ü, daha önceki festivallerden ‘En İyi Film’ ödülü almış filmlerden ve diğer filmler de başka festivallerin güçlü ödüllü yapımlarından olduğu için, sonuçlar bir hayli merakla bekleniyordu. Neredeyse en güçlü filmlerin buluştuğu Ankara’da jürinin de işi oldukça zor oldu. Ama beklediğimiz gibi ve benim Altın Portakal’da hayranlıkla izlediğim “Kurak Günler” filmi, beklediğim ‘En İyi Film’ ödülüne kavuştu. Nutkumu tutarak ve büyülendiğim bir anda kendimi bularak izlediği Kurak Günler’in bu başarısı, içimde büyük bir kıpırtı ve heyecan oluşturdu. Aynı zamanda filmdeki oyunculuklarına hayran olduğum Selahattin Paşalı, Selin Yeninci ve Erdem Şenocak’ın da fark edilip ödüllendirilmesi bir harika oldu. Özcan Alper’in başarılı filmi “Karanlık Gece” nin dikkatlerden kaçmaması, ilk film olarak büyük bir başarıya sahip olan “Ela ile Hilmi ve Ali” nin ve umut serpen başrol oyuncusu Ece Yüksel’in mükemmel performansının göz ardı edilmemesi mutluluk verici. Başarılı sinematografisiyle dikkat çelen “Klondike” ye hak ettiği teknik ödüllerin verilmesi ve “Çilingir Sofrası” filmindeki oyunculuklarıyla kendilerine hayran bırakan Ahmet Rıfat Şungar ile Barış Gönenen’in de gözden kaçırılmaması da hepimizi mutlu etti.
Hangi filmleri izledim?
Festivalin Ulusal Yarışması’ndaki pek çok filmi izlediğim için, ağırlıklı olarak tercihin yabancı filmlerden yana oldu. Ayrıca festivaldeki bir günümü de kısa filmleri izlemeye ayırdım. Ulusal Yarışma’da eksiklerimden olan “Kabahat”, Ümran Safter’in yönettiği ilk uzun metrajlı film. Yeni ergen olan Reyhan’ın anne ve kardeşiyle beraber babaannesinin yanında geçirdiği yaz tatiline odaklanan film; büyümek, dostluk ve korkular üzerine de bir hikaye sunuyor. Şehirde büyümüş ergen bir kızın taşrada yaşadıklarına samimi bir dille yaklaşıyor aslında film. Ancak vasat bir teknik yönetime sahip ve çok uzayan sahneleriyle düşük bir tonda. Sahnelerin özellikle müzikle beraber genişletilmiş olması, belki de iy bir senaryoyu boşa düşürmüş maalesef. Ama Ergen Reyhan rolündeki Mina Demirtaş'ın umut besleyici performansın hayran kaldım. Filmdeki ergen karakterin yaşadığı problemleri, iyi bir oyuncu yönetimiyle beraber güzel bir performansla hissediyoruz. Ayrıca anne rolündeki Berivan Edebali'nin duru oyunculuğunda da büyülendim.
Çiğdem Sezgin’in ikinci uzun metrajlı filmi “Suna” ise, yersiz yurtsuz kalmış orta yaşlı bir kadın olan Suna’nın, yaşlı bir adam olan Veysel ile evlendirilmesiyle beraber yaşadığı özgürlük kısıtlaması ve yaşadığı psikolojik buhrana odaklanıyor. Canını istediği gibi yaşamış ama kendine sağlıklı bir hayat kuramamış bir kadın olan Suna’nın yaşadıkları, film boyunca oldukça buhranlı ve puslu bir şekilde anlatılıyor. Aslında bu puslu anlatım dili filme çok yakışmış ve izleyiciye filmin o yoğun hüzün güzel bir şekilde aksettiriliyor. Suna’nın düzenli bir hayat için tavsiye üzerine kendinden çok büyük olan Veysel ile evlenmesiyle yaşadığı çıkmazın anlatımını da son derece sevdim. Ancak Suna’nın yaşadığı buhranı bazen çok abartılı bulduğumu da belirtmeden geçmemem gerek. Vurdumduymaz bir Suna’nın, bazen yaşadıklarını abartmada üstüne de yok diyoruz sanki… Nurcan Eren ve Tarık Papuççuoğlu’nun mest edici ve hayran olunası performansları da filme ayrı bir hava katıyor…
Cannes’dan ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülüyle dönen İran yapımı “Kutsal Örümcek” , sarsılarak ve yumruk sıkarak izlediğim bir filmle daha karşı karşıya kaldığımı hissettirdi. Ali Abbasi’nin yönettiği film, İran’da seks işçiliği yapan kadınların öldürülmesi üzerine haber yapmaya çalışan kadın bir gazeteci ve onları öldüren seri katile odaklanıyor. Polisin bile bulamadığı seri katili bulmak adına amansız bir mücadeleye giren kadının bu süreçte yaşadıkları ve aslında temiz bir aile babası olarak görünen katilin yaşadığı psikoloji üzerine bir düşünme seansı sunuyor film. Sistem eleştirisi, kandırılmak, kolay kanmak ve vicdana seslenmek gibi dikkat çekici anlatımları var filmin. Sarsıcı ve güçlü bir dile sahip olan film, kuvvetli senaryosuyla izleyeni içine alıyor. Rol model alma durumu oldukça dikkatimi çekti mesela, bir oğulun yanlış yapmış babasını örnek alması... Sert bir finale sahipti... Filmin teknik anlamdaki görüntü ve kamera kullanım başarısı da oldukça sağlamdı. Ayrıca Mehdi Bajestani ve Zar Amir-Ebrahimi'nin mükemmel oyunculukları da oldukça dikkat çekiyor. Güney Kore yapımı “Boksör” de bir diğer etkilenerek izlediğim film oldu. Kuzey Koreli Jin-ah’a odaklanan film yoksulluk nafakasıyla Güney Kore’de işçi olan ve sosyalleşmeye çalışan bir kadının yaşadıklarına odaklanıyor. Çocukluk travmaları, içindeki gücü keşfetme ve inadına hayata karşı savaşmak gibi konularla izleyici karşısına çıkmasıyla beraber etkileyici bir hikayesi olduğunu söylemek mümkün. Ama filmdeki boksa karşı merakı olan bir temizlikçinin bir anda boks şampiyonu olmasına anlatırken, yan hikayelerin fazlalığı ve bu yüzden filmin uzamasından kaynaklı da dolup taşan bir vaziyette. Aslında film ana hikayesini belirlemiş olsa da, odaklanacağı yeri bilemediğinden ötürü izleyiciye çok fazla detay veriyor, bu yüzden de kafamız karışarak çıkıyoruz bir bakıma. Lim Sung-mi’nin travmalı bir temizlikçi-boksör rolünde yakıştığını ve güzel bir performans üstlendiğini de belirtmek gerek. Filmdeki sıkıntı ise hikaye fazlalığı ve odaklanacağı konudan kayması olmuş…
Bazı şeylerin gör göre göre gerçekleşmesi…
Festivalde etkilendiğim bir diğer yapım ise, Almanya-Irak ve Katar ortak yapımı “The Exam-Sınav” filmi oldu. Shawkat Amin Korki’nin yönettiği film, Shilan’ın kardeşi Rojin’in yaşadığı travmaların ardından evlenmemesi için onu üniversiteye göndermesi için verdiği mücadeleye odaklanıyor. Daha önce de intihar deneyen kardeşi için mücadele eden abla Shilan, kardeşinin sınavlardan geçebilmesi için bir yöntem keşfeder, ama bunun bedelleri oldukça ağır olacaktır. Özgür bir hayat ve kardeşlik için bir mücadele sunan Sınav, güçlü rejisi ve şaşırtıcı senaryosuyla dikkat çekiyor. Üniversiteye gitmek için sınavlardan geçmeye çalışan öğrencilere yerleştirilen bir cihaz, sınav cevaplarını öğrenen ebeveynler ve bu cevapları cihazlar sayesinde edinen öğrenciler… Okul inşaatı gibi görünen bir yerde adeta çete oluşması, bu çeteye çaresizce düşen Shilan ve Shilan’ı kıskanç kocası… Filmdeki bu girdap aslında tüm ülkedeki büyük sorunların da özeti gibi anlatılmış bir bakıma. Filmin didaktik ilerleyen güçlü senaryosu, erkeklere inat mücadele vermeye çalışan kadınlar ve yaşanan acılar dikkat çekici. Belki finalinin absürt bir sonla sunulması düşündürücü olabilir, ama geneli itibariyle hiçbir şeyin karşılıksız kalmaması ve aslında yaşanacakların bir inat uğruna göz göre göre yaşanması daha da düşündürücü, dikkat çekici… Animasyon yönetmeni Signe Baumane’nin “Evlilik Meselem” adlı yapımı, toplumsal beklentilere aykırı gelişen Zelma’nın maceralarını anlatıyor. Bir kızın toplumda nasıl olması gerektiği, evlilik yaşamı ve hayatın kaydığı ilginç anlarla dolu tuhaf bir hikayeye sürükleniyoruz. Bir kadının hayata kendi karakteriyle bakması, cinselliğin objeleşmesi, ilişkilerin sıradanlığı ve insanın özgür-özgün olamaması üzerine dikkat çekici bir eleştiri var filmde, onu çok sevdim. Belki süresi biraz daha kısalsa daha da rahat bir izleti olabilirdi, çok detaycı bir film çünkü. Ama sıcaklığı ve samimiyetiyle bu hikayenin animasyon olması harika olmuş.
Kısa film candır
Ve festivalde izlediğim kısa filmler... Ödülü kazanan “Koyun” filmi, adakçı Bekir’in başına gelenler üzerine güçlü bir toplum sorgulaması yapıyor. Filmle ilgili tek sıkıntım, bazı yaşanan şeylerin ‘niye’ sine ve ‘neden’ ine odaklanınca ortaya çıktı. Beklenmedik olaylar beklenmediktir, aslında absürt dil de filme yakışıyor. Süleyman Kadim Kabaali de karakterini başarılı oynuyor. Ama bazı boşluklar oluşmadı değil içimde, bu absürt hikayeyle karşılaşmak da güzeldi. Kasım Ördek’in yönettiği “Birlikte, Yalnız” seçkide en beğendiğim kısa filmlerdendi diyebilirim. Genç sevgililer Sevgi ve Doğan’a odaklanan film, eski model arabaları çalan bu ikilinin başlarına gelen ilginç bir olay sonrası çıkmaza sürükleniyor. Sıradan gibi görünen ama hareket dolu bir yaşam, bu yaşamdan bıkan ama bunu söyleyemeyen bir kadın ve günahsız bir bebeği hikayeye dahil olmasıyla yaşanan vicdan hesaplaşması…. Filmdeki ilişkiler arasında yaşanan girdaplar, heyecanlı bir senaryoyu izleme imkanı da sunuyor. Uzun zaman sonra Ecem Uzun’u bir dram performansında izlemek çok iyi geldi. Ayrıca umut vaat edici bir performansla sinemada güçlü bir oyunculuk keşfi olduğunu düşündüğüm Mert Doğan’a da büyük bir alkış gerek. “Birlikte Yalnız”ı bulduğunuz yerde keşfetmenizi şiddetle tavsiye ederim.
Beğendiğim bir diğer film olan “Bugün Değil”, çocuk bakıcılığı yapan Meryem’in ve iki çocuğunun yaşadıklarına odaklanıyor. Erkenden ergenleşen ve mahallenin ağır abileriyle takılmaya başlayan oğlu ile başı dertte olan Meryem’in kişisel gelişim kitaplarına bağlanmasıyla yaşadığı başkalaşım dikkat çekici. Filmin görüntü dilinin başarısının yanı sıra, senaryosundaki aksa da hayran kaldım. Ayrıca Nurcan Şirin’in tatlı ve bir o kadar samimi oyunculuğuna da ayrıca bayıldığımı belirtmeden geçemeyeceğim. Zahid Çetinkaya’nın yönettiği “Fraktal: Para Adam”, beyaz yakalıların yaşadığı hapsolmuşluk ve paranın geldiği gücün tüm insanlığı yutmaya başladığı bir dönemi üçlü bir dille anlatıyor. Para içinde yüzen patronların elindeki güç, güç edinen çalışanların kıskançlıkları ve o gücü elde etme çabaları üzerine dikkat çekici bir hikayeye sahip. Filmin sanat yönetiminin yanı sıra, Baki Çiftçi ve Tolga Güleç’in performanslarına da bolca alkış sunmak gerek… Sanat yönetimi ve senaryosundaki replikleriyle dikkatimi hemen çeken bir film olan “Niyetler”, göçmen krizi, Afro-Türkler, misafirperver Türkler ve önyargılar üzerine bir zaman dilimi sunuyor. Karakterlerin aslında çok tanıdık halleri filme hene izleyeni çekiveriyor. Ve bu sohbete kendinizi yabancı hissetmemeniz ve herkesin haklıyı savunup aslında haklı olup olmadıklarını bilmememiz ilgi çekici…