Hiç beklemediğimiz gelişmelerin habercisini içinde barındıran hayat, sunduğu iyi ya da kötü sürprizlerle bizleri selamlıyor. Bir umut ışığı aradığımız zaman öyle şeyler karşımıza çıkıyor ki, bazen kaçıp gitmek ya da sarılıp bırakmama gibi zıt hisleri aynı anda yaşıyor insan. Tahammülümüz kalmadı aslında hiçbir şeye. Her şey bir an önce olsun ve mutluluğa bir an önce erişelim istiyoruz hepimiz. Ama aynı hayat bazen özveri ve emek istese de; bazen de o şans denen mucizeyi sokuyor aramıza. Bazı şanslara inanıyorum ben de, doğru yer ve doğru zaman önemli belki de…
Bu hafta sizlere o şanslardan bir fırsat sunumu yapan iki Netflix dizisine dair görüşlerimi sunacağım. İlki, bir Ayvalık esintisi yaşatarak, rakı balık yapmak isteyeceğiniz “Zeytin Ağacı” olacak. Ardından yakın arkadaş tavsiyesi olarak pazar günümü şarap&spagetti keyfi yaparak geçirdiğim “Uncoupled” dizisine dair görüşlerim gelecek. Her iki dizi de size farklı hayatlardan demetler sunacak eminim ki. Diğer konu ise çok farklı, hayatımda yeni bir atılıma başladığım bir maceranın getirdiği güzellikler üzerine. Yeni nesil bir ‘influencer' olarak başladığım bu yolda, Ankara’da karşılaştığım güzelliklerden sunumlar yer alıyor finalde. O zaman haftanın keyif keşfi başlasın diyelim mi?
Zeytin Ağacı bize yeni bir hayat yolculuğu mu bahşediyor?
Mitolojide ‘ölümsüz ağaç’ olarak tanımlanan zeytin ağaçları, tarihte yeni bir dönemin başlamasına neden olmuşlardır. O yüzden bu dayanıklılığı arka planına alarak dizinin adının da “Zeytin Ağacı” olması; hem sağlam dostlukları anlatması hem de tarihle bağ kuruyor olması bağlamında doğru bir seçenek olarak karşımıza çıkarıyor. Özel bir ağaç etrafında özel ilişkiler, hayatın getirdiği köklü değişimler, acılar, üzüntüler, sevinçler ve mutluluklar bir arada yaşanıyor dizide. Üç yakın kız arkadaşın hikayesiyle başlayan dizi, arkadaş grubundaki Sevgi’nin kanser olmasıyla hikayesini sürdürüyor. Kanseri nükseden Sevgi, arkadaşı Ada sayesinde tedavisini sürdürse de alternatif tıptan haberdar oluyor. Geçmişle, özellikle daha da derinlerdeki geçmişle bağ kuran Zeytin Ağacı’nda karakterler, çok eskide kalan sırlarıyla yüzleşmeler yaşıyor aslında. Bu yüzleşmelerin mimarı ise, alternatif tıp vesilesiyle terapiler yapan Zaman Bey vesilesiyle oluyor. Bu süreçte aslında bilim bir anda yok oluyor ve şifa terapileriyle bir şekilde bu kanser geriliyor. Bu noktada dizide tıp bilimi ile alternatif şifa arasında güçlü bir bağ kurulamadığını görüyoruz. Belki de ikisi arasında bir köprü oluşturularak ‘daha güçlü bir ilişki kurulabilir miydi?’ diye sormadan edemiyoruz.
Ama bu şifa terapilerinde karakterlerin geçmiş yaşamlarından izler üzerine güzel hikayeler ortaya çıkıyor. Özellikle her bölüm başında bu hikayelerden kareler izlemek güzeldi, bizi bölüm hikayelerine bir tık daha yaklaştırmıyor değildi. İstanbul ve Ayvalık arasında gidip gelen ve bir ara İzmir’e de uğrayan dizi, aslında serinletici bir Ayvalık esintisi de yaşatıyor. Dizinin çekimleri esnasında ben de Ayvalık Film Festivali için Ayvalık’ta bulunduğum için, o dönemki mevsimi hissederek bir yolculuk yaptım o günlere. Cunda ve Ayvalık inanılmaz ve bir o kadar huzur kokan alanlar ve gecesindeki rakı-balık keyfi de dillere destan. Ayvalık’ın çok güzel bir hissi var dizide. Ayrıca ilk bölümde üç kızımızın Assos’ta bulunan Athena tapınağındaki dilek dileme sahneleri de harikaydı. Seda Bakan’ın canlandırdığı Leyla karakterini bir ayrı sevdiğimi de söylemem gerek. Sosyal medya konusunda kafayı kırmış biri olarak Leyla’nın karakter yaratımını çok sevdim. Zaten Seda Bakan da karakterini, o cıvıl cıvıl enerjisiyle harika canlandırmış. Çok zengin bir hayatı varken bir anda çaresiz kalması konusunda da Leyla’nın tavrı çok güzel yansıtılmış. Tek derdi sosyal medya fenomeni olmak ve göğüslerini yaptırmakken, bir anda hayat mücadelesine girmesi ve oğlunu düşünen bir anneye dönüşümü çok güzeldi. Gelelim diğer karakterlere…
Dizinin en kilit karakteri Ada’ya hayat veren Tuba Büyüküstün, beklediğimden iyi bir performansta. Ada’nın yaşadığı mutsuzlukları hissettiriyor ve karaktere de fiziki anlamda da yakışıyor. Ancak geçmişinden gelen Toprak’a hayat veren Murat Boz ile bir türlü uyumlu olduklarını hissedemedim ben açıkçası. ‘Hadi İnşallah’ ve ‘Kardeşim Benim’ filmlerindeki iyi oyunculuğunu izlediğimiz Murat Boz, biraz zayıf kalmış açıkçası. Ayrıca bir de Seda Bakan’la daha önce bir filmde de başrolde oynadıkları için, Leyla ile Toprak’ın daha uyumlu bir çift olabileceğini bile hissettim. Boncuk Yılmaz’ı her izlediğimde güzel bir his alırım oyunculuğundan, bu kez de onu özlediğimiz başarılı bir performansla izleyeni selamlıyor. Özellikle Rıza Kocaoğlu ile o kadar güzel bir çift olmuşlar ki, bayıldım. Ayrıca Serkan Altunorak da aşık ve bir o kadar merhametli Selim’e çok güzel hayat vermiş. Sekiz bölümün ardından beklediğimden daha iyi olduğunu, ama arada mantık hataları da yok diyemeden bitirdiğim Zeytin Ağacı, Ayvalık esintisi yaşatırken izleyince iyi geliyor. Özellikle Sevgi ve Fiko sahnelerini görünce keyif aldığınızı hissedeceksiniz.
Bir bitişi kabul et, yeni hayata açıl: Uncoupled
Bir anda hayatınız değişse, hiç beklemediğiniz anda? Uzun zamandır hayatınızda olan bir anda kaybolsa ve gitse… Şoke eden bir üzüntü, uzun süre depresyon ama bir süre sonra yeni hayat alışma süreci… İzlerken hem kendimden hikayeler hissettiğim hem de ruhuma iyi gelen bir keyifle daldım Uncoupled’a… ‘How I Met Your Mother’ dizisinde canlandırdığı Barney karakteriyle hayran olduğum Neil Patrick Harris, izlemeyi çok özlediğim bir zamanda çıkageldi. Keyfimin olmadığı bir Pazar günü, çok yakın arkadaşım Gizem’den geldi bu öneri… Ben de annemin hazırladığı bir kadeh şarabımla beraber büyük tabak Spagetti Bolonez’i aldım ve izlemeye başladım diziyi. Sanırım art arda beş bölüm izlemişim, uzun zaman sonra hem süresi kısa hem de komedi ögeleri de barındıran bir dizi izlememiştim. Muazzam bir dizi olmuş Uncoupled, insan kendi yaralarını da hatırlıyor izlerken ve Barney'den sonra Michael'i daha çok sevdiğimi hissettim. Bir yandan da hayat senin için güzel seçimler önüne seriyor diyorsun, şans işte...
17 yıllık beraberliğin bir anda bitmesiyle neye uğradığını şaşıran Michael, zorlu bir yaşam serüvenine girer. 40’lı yaşlarda bir eşcinsel olan Michael, emlakçılık yaparak hayatını geçirdiği New York’ta kendine uygun bir partner bulma yolculuğunda tuhaflıklar da yaşıyor. Birkaç ilişki ya da hızlı buluşma süreçlerinden de geçse de, henüz yeni bir ilişkiye hazır olmadığını fark ediyor. Bu noktada uzun süreli bir ilişkiden sonra yeni ilişkiler süreci üzerine iyi bir psikoloji var dizide. Sadece o anını tadını çıkarmak belki de en güzeli, baskılardan kurtulmak ve kaçmak çare mi diye düşünüyor insan… Yeni dünyada genç nesille beraber ilişkilerin değişmesi, kuralların değiştiğini görmek ve yeni başlangıçlar yapmak zor gelebiliyor insana. Neil Patrick Harris’i izlemeyi çok özlemişim, harika bir performans sergiliyor her zamanki gibi. Dizide ayrıca anne-oğul ilişkisi üzerine de hikayeler var, babasını bulan oğlunun tercihi konusunda çok düşünen Suzanne’ın hikayeleri de oldukça renkliydi. Bu noktada Tisha Campbell’i de tebrik etmek gerek. Stanley’e hayat veren Brooks Ashmanskas’ı a çok başarılı bulduğumu belirtmeden geçmemeliyim. Şimdiden ikinci sezonu beklemeye başladım bile…
Ankara’da bir infulencerlık macerası, yazsam dizi olur
Tüm dünya değişirken sadece bildiğimiz şeyleri yapmak, bizi nereye kadar götürecek diye sormadan edemiyorum bazen. Belki de hayatta yeni şeyler denemek, yeni yetkinlikler ya da sahip olduğun şeyleri daha farklı yollarla daha farklı seçeneklerle renklendirmekte ne zarar gelebilir? İşte Instagram’daki sosyal medya hesabıma baktığımda, yeni bir değişim yaşamaya başlamanın tam zamanı olduğunu fark ettim. Zaten gittiğim her yerden deli gibi paylaşımlar yapan ve yaşamayı sevdiğimi hissettiğim bir alanım oluyordu orası. Peki bu daha da ticari ve ciddi bir duruma dönüşemez miydi? Sanırım yavaş yavaş bu mümkün olmaya başladı. Madem Ankara’dayım, o zaman Ankara’daki yeme-içme mekânlarını gezip güzel tavsiyeler vereyim dediğim noktada kendimi güzel bir yerde buldum. Dizi ve film önermenin yanı sıra biraz da keyif anlarında tadım önerileri de bir başka oluyor. Sizlere bu kapsamda, yolunuz Ankara’ya düşerse mutlaka uğramanız gereken noktaları yazıyorum. Aslında çok fazla mekana gittim instagram hesabım olan @dalitatar dan hepsine ulaşabilirsiniz. Ama ben sizler için şimdilik dört tanesini burada önermek istedim.
Bu noktada ilk durağım, Ankara’da kruvasan denince akla gelen ilk mekan olan Kruvasante oldu. Hem tatlı hem de tuzlu seçenekleriyle, kruvasana ayrı bir hayat katıyorlar burada. Tatlı seçenekler tam birer pasta gibi, tatlı severlere bire bir. Tuzlular ise, ya kahvaltı yapmak isteyenlere ya da öğle yemeği için keyif yapmak isteyenler için tavsiye. Strawberry Crean & Chocollate kruvasan, tatlı rüyasına dalmak isteyenlere tavsiyem olsun. Yaz döneminde orada olursanız, serinleten bir Violet Limonata mutlaka isteyin derim.
Biraz sağlıklı bir tabakla doymak istiyorum diyorsanız, Basil’e uğramadan geçmeyin derim. Sağlıklı yemeğe ve hızlı tüketime bambaşka bir bakış açısıyla yaklaşılan bu mekanda, yeşilliklerin lezzetli tadı da ortaya çıkıyor. ‘Bowl’ olarak tanımlanan tabaklarda benim tercihlerim Marine Türk Somonu ve Vegan Köfte Bowl oldu. Ayrıca kendi üretimleri olan organik limonatalar da mutlaka tavsiyem olsun.
Peki kahve ve tatlıların yanına, bir de el üretimi çikolata eklesek nasıl olur? O zaman ChefMade Chocolatier & Coffee House’a mutlaka uğramalısınız derim, çünkü elden üretilen çikolatanın tadı bir başka. Hem de o mutluluk hormonu salgılayan çikolatanın hikayesini dinlemek de ayrı bir keyif veriyor insana. Oreo seviyorsanız, Oreolu Cheesecake de size çok keyif verecektir eminim ki…
İlk kez bir mekanda Brownie beğendim desem şaşırır mısınız? Ben kendime şaşırırım, çünkü evet Cake Art HomeMade’de yediğim browninin tadı hala damağımda. Sıcacık amer çikolatasını da üzerinde gezdiren mekan sahipleri, bana browni rüyası yaşatmayı başardı. Hemen sonrasında içtiğim buz gibi limonata da cabası.