Parasomni
En güzel ben kaybederim. Evin anahtarını, yolunu, çorabın tekini, kumandayı, kibriti, kendimi… Derler ki bıraktığın yerdedir, nereye çıkardıysan oraya bak! Baktım yok! Gördüm ki o işler artık öyle olmuyor. Nerden mi biliyorum? Başımızın üzerine çıkardıklarımızdan desem? Evet bu arabesk olur ama ben arabeski seviyorum. Hem de tahmin edebileceğinizden de çok.
Moonlight Sonata dinledikten sonra veya öncesinde Müslüm Gürses’ten ‘Yıkıla Yıkıla’yı dinleyebilirim. Cengiz Kurtoğlu’nun ‘Unutulan’ albümü ile yola çıkıp, Vivaldi ile yolu bitirebilirim. Rahmaninov’dan Ferdi Özbeğen’e dönmek imkansız gibi görünebilir ama bence denemeye değer. Gerçi ben başaramadım, denedim olmadı. Ama siz denemeye karar verirseniz, trafiğe kapalı alanları tavsiye ederim, evde tek başınıza sakın ha denemeyin.
90’ların en başında, yaşımın henüz yeni çift haneli rakamlara geçtiği yıllarda New Kids on the Block hayranıydım. Tabii ki saçlarımı Joe gibi kestiriyordum. Joe gibi giyiniyordum. Sonrasında bir süre Backstreet Boys, Nick Carter oldum. O mevzu başka, şu an New Kids on the Block Joe’yim.
Kaykay ile kayarak, hoşlandığım kızın balkonuna yaklaştığımda New Kids’in şarkısı ses tellerimde on bir yaşımın garantisinde olan yıllardan bahsediyorum. Detonenin tüm limanlarını gezen sesim şahsıma değil, o gün evlerinde bulunan herkesin şansına ait olan yıllardan.
Hoş, İngilizce olmasının haricinde havalı bir yanı yok şarkı sözlerinin, bunu akıl edemiyorsun, çocuksun işte! Hem o sesle bağıra bağıra sokaklarda şarkı mı söylenir? Üstelik üzerimde güneşi çeken siyah önlükle ve kaykay üzerinde, beni sen yaktın Joe!
Ama neyse ki o sene siyah okul önlüklerinden kurtuluyorduk, artık mavi önlük giyecektik. Bakanlık mavi önlüğü zorunlu tutmamıştı, dileyen siyah giymeye devam edebiliyordu. Ama çoğunluğumuz ortalıkta artık mavi mavi dolaşıyorduk. Okulumuz da siyah önlük giyen üç kişi kalmıştı. İkisi okuldaki öğretmenlerin çocuğuydu, diğerini hiç tanımadım, tanımadık. Kimseyle konuşmaz, kimseyle oynamazdı. İçine kapanık bir çocuktu. Bir çocuk niye içine kapanır ki? Son sınıfa geldiğimde, mücbir sebepten ötürü Ankara ilimizin Mamak ilçesine taşındık.
Saimekadın İlköğretim Okulu’na kaydım yapılırken, okul müdürü yüzüme bakmadan saçlarıma baktı. “Çocuk okula gelmeden önce saçlarını kestirelim, iyice bir kısaltalım, bitlenmesin. Bir de madem eviniz yakın, okulun ilk günü siz gelmeyin, kendisi gelsin ki arkadaşları ile çabucak kaynaşabilsin” dedi. Sonra yüzüme baktı, “Ezberin iyi mi oğlum senin?” diye sordu. Kendime gayet güvenerek “Çok iyi öğretmenim” dedim. “Tamam o zaman, bu 29 Ekim’de Mustafa Kemal Atatürk sen olacaksın, arkadaşlarına konuşma yapacak, şiir okuyacaksın” dedi.
O an Joe’den daha yakışıklı olduğumu anladım.
Okulun ilk gününde New Kids on the Block sırt çantam, New Kids suluğum, New Kids kalem kutumla yeni arkadaşlarımla tanışmaya ben hazırdım ama okulun diğer öğrencilerinin bana hazır olmadıklarını anlamam çok uzun sürmedi. Çünkü içlerindeki tek mavi önlüklü öğrenci bendim.
Epey dikkat çekmiş olmalıydım ki, kendisinin on dakika sonra sınıf arkadaşım ve sıra arkadaşım olduğunu anlayacağım siyah önlüklü, elinde tespihi olan bir abi yanıma geldi. (Ayhan)
“Laa bebe okulda misafir misin sen?” dedi.
Korku, panik, heyecan ile “Evet” dedim.
“Tamam, kimseye bulaşma” dedi tespihini sallaya sallaya gitti.
Bulaşmak ne demek bilmiyordum ama ses tonundan yapılmaması gereken bir şey olduğunu anlamıştım.
Diğer çocuklar önceki senelerden arkadaş olduklarından sınıfa çıkıldığında herkes sıralarındaki yerlerini aldılar.
Kara tahtanın önünde çok dikkat çekeceğimi düşündüğümden, çöp kutusunun kenarında pabuçlarımın ucuna bakarak bekliyordum. Herkes sıralarda üçerli dörderli oturuyordu.
Hem garip bir şekilde sınıftaki erkek çocuklarının hepsi yaşça ve boyca benden büyüktüler, bu yüzden beni başka sınıfa gönderirler diye düşünüyordum. Ama bunun böyle olmayacağını derse gelen sınıf öğretmeninin Ayhan ve diğerlerinin sırasını göstererek “Şuraya otur oğlum” demesi ile sona erdi.
Sınıfın erkek çocukları çift dikiş sınıf geçmeyi bırakıp, her seneyi overloğa dönüştürdüklerinden, yaşça beşinci sınıfa göre büyükmüşler. Ne bileyim ben.
Ayhan, resim derslerinde kullandığımız yapıştırıcılardan kokuyordu, diğer iki çocuğun elleri bisikletimin zinciri atınca o hale gelen ellerim gibiydi. Sadece onların değil pek çoğunun güçlü nasırlı elleri vardı. Hoş nasıl olmasın, her teneffüste, okul çıkışlarında oğlan çocukları yumruk yumruğa birbirlerine giriyorlardı. İşin daha da tuhafı kavgaları bittikten sonra birbirlerinin yaralarını temizliyor, birbirlerine yardım ediyorlar, pansuman yapıyorlardı.
Sonradan öğrendim ki bu, kavga aramızda, kimseye söyleme, öğretmene, aileye şikayet etme beni sakın demekmiş.
Dersler bittikten sonra pek çoğu babalarının iş yerlerine ya da başka yerlere çalışmaya gidiyorlardı. Ayhan, Saimekadın Tren İstasyonu’nun köprü altında başka arkadaşları ile alışveriş poşeti şişirip söndürme oyunu oynuyordu.
Artık okuldan eve dönüş yolunda ‘stap by stap’ diye bağırmak gelmiyordu içimden, uykuya dalarken parasomniler yaşıyordum. İçimdeki müzik değişmişti. Tek eğlencem tren raylarında cambaz gibi yürümek, raya küçük bir taş koyup trenin onu un ufak edişini izlemekti. Banliyö trenlerini sevmiyordum, hepsinin sekiz dokuz vagonu vardı. Yük trenlerinin bitmek bilmeyen vagonlarını saymaya çalışmaksa hoşuma gidiyordu, yük treni gelince kendimi kaliteli zaman geçirmiş sayıyordum.
Ankara Mamak’taydım, yıllar yılı dert yolunda, ne ilk ne de sonuncuydum. Kahrediyordu hayat beni, çünkü artık ben acıların çocuğuydum. Fantezi müzik dinlemeye, sevmeye başladım.
O yıl 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı törenlerinde, sarışın bir kurda benzedim.
Tüm törenler de yüksek sesle Atatürk’ün kitabı Nutuk ve O’na armağan edilen şiirleri gururla ezbere okudum.
Sadece bir sene geçirdiğim Mamak Saimekadın’daki okulda 29 Ekim’de Atatürk olana kadar kendimce sıkıntı çektim. O günden sonra tüm çocuklar beni tanıdı ve saygı duydu.
Okuldaki Atatürk ben olduğum için beni hiç dövmediler, dövemediler…