"Elinde tutmuş olduğun kitabı bir kuzgun yazdı. Kapakta adı geçen kadın, ben dosyamı kafamda tamamlayınca yazıya dökme konusunda bana yardımcı oldu, o kadar. Emsalim olmadığı için adımı kapağa yazamazlarmış, öyle dediler. Ben bu ‘emsalsizliği’ iltifat olarak kabul ettim efendim ve, ‘Peki tamam, kadının adı olsun!’ dedim. Bu sebeple kapakta Kadının Adı Var.” diyor Kuzgun Bey "Keşke Unutsam"ın arka kapağında... Peki kapakta kimin adı mı yazıyor? Tiyatro, dizi, film oyunculuğu, oyun yazarlığı derken şimdi de ilk romanına imzasını atan Bihter Dinçel... Tiyatro izleyicisi onu öncelikle kendi oyunlarındaki başarılarıyla tanırken TV izleyicisi bu tatlı kadını özellikle Avrupa Yakası dizisinde hayat verdiği Zeynep Hacer Aksoy rolüyle çok sevdi ve sevmeye de devam ediyor. Şimdilerde Mucize Doktor dizisinde Selvi Hemşire olarak ekranda yer alsa da, biz kendisiyle "neyi", "nasıl" hatırladığımızı irdeleyen, incelikli üslubuyla okuru sonu başka başlangıçlara açılan maceralara davet ettiği Küsurat Yayınları'ndan çıkan romanı "Keşke Unutsam"ı konuştuk...
Öncelikle "Keşke Unutsam" hayırlı olsun. Bu üçüncü kitabınız fakat ilk romanınız. Edebiyat dışarıdan bakana büyülü bir yolculuk gibi görünür, öyle mi sahiden?
Çok teşekkür ederim. İlk kitabı Elif Ezgi Uzmansel ile yazmıştık. Anı-söyleşi- motivasyon sentezi diyebiliriz o kitap için. Ardından, geçtiğimiz sene Toplu Oyunları 1 kitabım çıktı. Sahnelenen üç oyunumdan oluşan kitabım için Küsurat Yayınları ile anlaştım ve ilk romanımla birlikte de yola devam ediyoruz. Çok heyecanlı bir süreç. Edebiyat elbette yansıması her zihinde başka türlü tezahür eden, büyülü, zamansız bir yolculuk. Dışarıdan görünen büyü, içerideki büyünün taşmasıyla oluşuyor aslında. Yazarın yolculuğu eser meydana çıktıktan sonra son buluyor ama eserin yolculuğu hiç bitmiyor.
Tiyatro metinlerinin ardından roman kaleme almak nasıldı? Daha zorlayıcı ya da basit olduğunu söyleyebilir miyiz?
İkisinden biri için daha zor ya da daha kolay gibi bir tanımlama yapamam. İki türün de farklı dinamikleri var. Kendi adıma, kafamdaki hikaye kıvama gelmeden masa başına oturan biri değilim. Oturduğumda da, akış başlıyor ve kısa zamanda yazabiliyorum. Oyunlarda hep böyle oldu ama roman tabii ki daha farklı. Başa dönmeler, vazgeçişler, bütünü kollayarak kurulan matematik… Aynı konsantrasyonu daha uzun bir zaman diliminde muhafaza etmek gerekiyor. Benim için çok keyifli bir deneyim oldu. İştahımı kabartan bir başlangıç.
Keşke Unutsam’ı bir kuzgunun ağzından anlatma fikri nasıl doğdu?
Bu hikayeyi seneler evvel bir tiyatro oyunu olarak kurgulamıştım. Birkaç versiyonunu yazmıştım ama sahnelemedim. Eksik kalan bir şeyler vardı, içime sinmiyordu. Ben de o haliyle nadasa bıraktım. Yıllar sonra bir sabah, üstelik yazdığım başka bir şey varken, birden gözümün önüne bir kuzgun geliverdi. Oyun olarak yazdığım bu hikayeyi roman olarak yazmayı denesem ve hikayeyi bize, hastanenin bahçesindeki bir ağacın dalından, dünyanın en eğlenceli ve entelektüel kuzgunu anlatsa? Onun ağzından anlatmak fikri beni yeniden rafa kaldırdığım hikayeme karşı heyecanlandırdı. İşin içine Kuzgun Bey girince bambaşka bir serüven başladı. Oyun tekstini elime almadan, hikayenin sadece kaburgasını tutarak yepyeni bir şey yazmaya başladım.
Keşke Unutsam’ daki ana karakterler ortak kederlerine ağlamak yerine bunu keyifli bir oyuna çeviriyorlar. Bu pek alışık olduğumuz bir durum değil. Aslında kederden beslenen bir toplum değil miyiz?
Maalesef öyleyiz ama bir taraftan da umutlu bir toplumuz. Çok çabuk yükselip çok çabuk heyecanlanabiliyoruz. Birçok insan bunu yapamasa da, yapılmışını gördüğünde bile içi ısınıyor aslında.
Her daim gülen yüzünüzle asla kedere meyletmeyen, her zaman pozitif olan bir imajınız var açıkçası. :) Yanılıyor muyum? Siz de oyuna mı çeviriyorsunuz olumsuzları?
Yazdığım her hikayeyi kendi hislerimin etrafında yazmıyorum tabii ki ama bu kitap öyle. Ben de böyle yaşayan biriyim. En tatsız olayların ardından bile oturup ağlamak yerine başka bir çıkış yolu bulurum. Yas tutmam gereken bir durum varsa, rahatlayabilecek kadar bir süreçte yasımı tutup mevzuya başka yerden bir ampul yakıp yoluma devam ederim. Kendimi kahretmem. Bu biraz da insanın doğasıyla ilgili bir şey. Ben kendimi bildim bileli böyleyim çok şükür. Mutlu uyanırım, sevdiklerimi mutlu etmek için çabalarım, mutlu olacağım insanlarla vakit geçiririm, mutlu olacağım işleri yaparım, her durumdan komedi çıkarmayı beceririm. Büyük felaketleri bile oyuna çevirebilirim. Biricik ömrümü karanlık hislerle tüketmek istemem. Oğluma da bebekliğinden beri bunu öğretmeye çalışıyorum. İmajdan fazlası var yani anlayacağınız. :) İçim dışım böyle benim ezelden beri.
Bir şeyi isimlendirmek önemlidir ve kolay kolay da karar verilecek bir şey değildir. Peki, “Keşke Unutsam” bu ismin bir hikâyesi var mı?
Kitabın sonuna doğru, isminin niçin “Keşke Unutsam” olduğunu anlıyorsunuz. Aslında başlarken ismi “Senler ve Benler” idi ama son gece, artık finale yaklaşan bölümü yazmaya başladığımda bir şey oldu. Kendiliğinden akan bir şey oldu. İsmiyle geldi diyelim.
Bu çok klişe bir sorudur ama net bir cevap alamayacağını bilse de sormadan duramaz insan. :) Anlattığınız hikayelerin ne kadarı sizden parçalar taşıyor?
Bu sorunuza cesurca cevap verebilirim. Yaşadığım iyi kötü hiçbir şeyi, bu benim başıma gelmiştir, diye anlatmaktan gocunmam ama anlatmam. Anlatırsam işin büyüsü kaçar. Hangisi yazarın başından geçmiş, hangisi hayal ürünü, hangisi başkasının hikayesi ve yazarı etkileyip onu bu hikayeye sürüklemiş? Bu soru işaretlerinin arasında gizemli bir dünya oluşur okurun kafasında. Merak etse de, çoğu zaman öğrenmek ona iyi gelmez. O yüzden söylemem. Anılarımı anlatmak istersem de otobiyografi yazarım bir gün. Bu hikayeler roman haline gelip el ele tutuştuysa, artık sadece “Keşke Unutsam”ın gerçeğidir.
Aslına bakarsanız kurmacanın matematiğine girdiğinizde, hep güçlü finaller bekliyor insanlar. Hayatı da bir anlamda böyle yaşıyoruz. Böyle midir sizin de zihninizde, gündelik hayatın ne kadarı var anlattıklarınızda?
Gündelik hayatta da finaller çok büyük olur bazen ama tam anlamıyla final diyemeyiz o olanlara. Belki sadece bir sürecin finalidir o hadise. Çünkü yaşamaya devam ediyoruz ve final bekleyen yeni hikayelere akıyoruz. Kurmacalar ise bittiği yerde kalıyor.
Kitapta birkaç şarkı da geçiyor. Müzikle bir bağınız olduğunu biliyorum. Üstelik sesiniz de güzel. :) Belirlediğiniz şarkıların bir hikâyesi var mı? Neden onlar?
Benim enstrümanım keman. Çelloyu yarım bıraktım. Bir gün eğitime geri dönmeyi ve çalmayı çok isterim ama. Şarkı söylemeyi de çok seviyorum. Kitapta geçen şarkılara da “belirlenen şarkılar” değil de, “ hikayeyle gelen şarkılar” diyelim. Hikayeyle gelen de kapıdan çevrilmez, buyurun gelin oturun dedim. Onlar da tam yerine rast gelip oturdular doğru yerlere.
Yazarken siz neler dinliyordunuz, dinliyorsunuz?
Ben ya çok sessiz mekanlarda yazabiliyorum ya da aynı yükseklikte onlarca sesin oluşturduğu uğultulu ortamlarda. Sözlü müzik dinleyemem yazarken, koparım. Sözsüz ezgiler dinliyorum ama yazmaya başlamadan evvel. Bazen birkaç dakika, bazen bir saat. Müziği dinlerken ısınıyorum. Müziği kapattığım anda yazmaya başlıyorum. Müzikle eşzamanlı yazışlarım hep finallere tekabül ediyor. Yüksek duygu durumuma iyi geliyor. Dinlediğim müziğin türü ise yazdığım hikayeye göre değişiyor. Şunu asla dinlemem dediğim hiçbir müzik türü yok. Yazmak için hepsinin ruhuna ihtiyacım var.
İnsanlar sizi yazarlıktan çok önce oyunculuğunuzla tanıdı. Özellikle Avrupa Yakası dizisinde Zeynep Hacer Aksoy karakteriyle hafızalara yer ettiniz ve devamı geldi. Şu an Mucize Doktor dizisinde Başhemşire Selvi rolüyle ekrandasınız ve yine izleyici tarafından çok seviliyorsunuz...
Selvi yetkin, asistan cerrahlar için bir anne figürü ve aktif bir kadın. Ama özel hayatında da bir o kadar çekingen biri. Kendinize benzettiğiniz veya tamamen size zıt özellikleri var mı Selvi'nin?
Ben de Selvi gibi, yakınımdaki insanların mutluluklarını ve acılarını yakından takip ederim. Sevdiklerimi onun gibi çok yoğun severim ve sevdiğim insanların hikayeleriyle ilgilenirim. Ama geri kalan kısımlarının pek benimle ilgisi yok. Hiçbir konuda çekingen olduğumu söyleyemem. :)
Yine Keşke Unutsam'a dönecek olursak, sizin keşkeleriniz neler? Keşke unutsam dediğiniz neler var?
Yaşadığım sırada hissettiğim acıyla “keşke unutsam” dediğim şeyler, acım küllenince “bunu yaşamamın da bir sebebi varmış” şeklinde kabuk değiştiriyor. Keşke yaşamasaydım dediğim hiçbir şey yok. Kitap unutmanın, iradi olan biçimiyle değil de kader mağduru olunan haliyle başlıyor ama hikayenin derinliklerine indikçe, unutmanın önündeki “keşke”nin her rengini görmeye başlıyoruz.
İlerleyen zamanlarda Keşke Unutsam’ı da sahnede görebilecek miyiz?
Neden olmasın? :)
Son olarak hatırlamak, unutmak ve aşk üzerine neler söylemek istersiniz?
O kadar yoğun ve üstüne uzun konuşulası kelimeleri yan yana dizdiniz ki… Sayfalarca konuşulur hepsinin üstüne… Ben bir de unutmak ve hatırlamakla ilgili bir kitap yazdım. :) Kısa konuşmam mümkün değil.
“Asla Aşksız olmaz asla, asla, asla, asla!” diyerek vedalaşayım o vakit.