İstanbul Sözleşmesi'nden korkmak yersiz!

İstanbul Sözleşmesi nedir? Türkiye neden bu sözleşmeden çıkmak istiyor? Av. Münteha Jan Demirci, "Sözleşmeye karşı çıkanların korkularının aslında yersiz olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır" diyor

RÖPORTAJ 31.07.2020, 00:05 02.08.2020, 09:05
İstanbul Sözleşmesi'nden korkmak yersiz!

Gün geçmiyor ki Türkiye'den bir kadının daha öldürüldüğü haberini almayalım. Sadece haziran ayında 27 kadın öldürüldü. Geçen ay Muğla'dan katledilen Pınar Gültekin'in ardından ise kadınlar artık susmuyor. İstanbul Sözleşmesi'nin yeniden gündeme geldiği bir dönemden geçiyoruz ama bu sözleşmenin aslında ne içerdiğini de hiçbirimiz tam anlamıyla bilmiyoruz. Peki, İstanbul Sözleşmesi nedir? Türkiye neden bu sözleşmeden çıkmak istiyor? Bu sözleşmede kadınların kazancı ne oluyor? dizidoktoru.com ekibi olarak avukat Münteha Jan Demirci'ye sorduk, o da İstanbul Sözleşmesi'nin tüm detaylarını hepimizin anlayacağı bir dille anlattı. 

Bize gerçekten bir çocuğun bile anlayacağı dilde anlatır mısınız? İstanbul Sözleşmesi nedir?

İstanbul Sözleşmesi; kadın haklarını esas alan ve bu noktada yoğunlaşan bir insan hakları hukuku belgesidir. Kısa adıyla İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi”dir. Özel olarak kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddeti, genel anlamda ise hane içi şiddeti hedef alan uluslararası bir sözleşmedir. Sözleşmenin temel ilkeleri; kadına yönelik her türlü şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesi, şiddet mağdurlarının korunması, suçların kovuşturulması, suçluların cezalandırılması ve kadına karşı şiddet ile mücadele alanında bütüncül, eş güdümlü ve etkili iş birliği içeren politikaların hayata geçirilmesidir. Bu sözleşme, kadına karşı şiddeti bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık türü olarak tanımlayan, bağlayıcı nitelikteki ilk uluslararası düzenleme olması sebebiyle de oldukça önemlidir.

Peki, kadınlar bu sözleşmeyle tam olarak ne kazanıyor?

İstanbul Sözleşmesi, taraf olan devletlere birtakım yükümlülükler getirmektedir. Çok kısaca örneklemek gerekirse; sözleşmeyi imzalayan devletler anayasalarına ve diğer kanunlara cinsiyet eşitliği hükümleri eklemekle ve bu hükümleri işler kılmakla mükelleftirler. Yine taraf devletler, kanunlarındaki insanları cinsiyet, din, dil, ırk, cinsel eğilim ve benzeri nedenlerle ayrıştıran hükümleri de kaldırmayı temin ederler. Sözleşme tarafları, hane içi şiddete yönelik etkin, koordineli ve hızlı tedbirleri almak ve işletmek konusunda yükümlülük altına gireceklerdir. Kısaca vermeye çalıştığımız bu örneklere benzer mahiyetteki yükümlülükler, İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayan devletlerin vaat ettikleri ve uymakla mükellef oldukları yükümlülüklerdir. Dolayısıyla bu sözleşme, taraf devletleri kadına karşı şiddete karşı durmak konusunda emin ve kararlı bir şekilde bir araya getirmeyi hedeflemektedir. Ayrıca İstanbul Sözleşmesi kadına, çocuğa ve LBGT mensubu bireylere karşı şiddet ve ayrımcılık eylemlerine yönelik olarak devletlerin eğitim programları düzenlemesini ve farkındalığı artırıcı kampanyalar yürütmesini, ayrıca bu alanda çalışacak profesyonel kadroların oluşturulmasını da öngörmekte ve desteklemektedir.

Bu sözleşme kadınlara, çocuklara, LGBT mensubu bireylere koruma kalkanı oluyor

Yine işin özü dönüp dolaşıp eğitime geliyor…

Bu bağlamda sözleşmenin bir kısmı alınması gereken tedbirlere yöneliktir. Ancak diğer bir kısmı da insanların eğitilmesi ile toplumsal ayrımcılığın temelden çözülmesi gerektiğini öngörür. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi, tamamen önleyici yahut ortaya çıkan şiddet eylemlerine yönelik cezaları kapsayıcı bir sözleşme olmaktan öte, şiddet ve ayrımcılık eylemlerini kökten çözmeye yönelik tedbir ve öneriler de sunmaktadır. Ayrıca İstanbul Sözleşmesi yalnızca kadınlara değil, erkeklere ve çocuklara yönelik aile içi şiddetten de söz etmektedir ve şiddet mağduru kız ve oğlan çocuklarına ilişkin özel düzenlemelere de yer vermektedir. Ayrıca sözleşme, “toplumsal cinsiyet” kavramını tanımlayan ilk belge olarak önem taşımakla birlikte “kadına şiddeti önleme” kapsamında aslında LGBT bireylerin cinsel kimliklerini de her tür şiddete karşı güvence altına almaktadır. Dolayısıyla bu sözleşme hem kadınlara, hem çocuklara, hem de LGBT mensubu bireylere karşı koruma kalkanı geliştiren bir sözleşmedir.

Özetle bu sözleşmeyi nasıl tanımlayabiliriz?

İstanbul Sözleşmesi, kürtajdan zorla evlendirmeye, kadın sünnetinden cinsel tacize, taciz amaçlı takipten toplumsal ayrımcılığa ve ayrımcılık nedeniyle ilticaya kadar birçok konuda rehber niteliği taşıyan önemli bir belgedir ve kadın hakları alanında bir başvuru kaynağı niteliğindedir.

Ülkemiz adeta kadın mezarlığına dönmüşken ve dünyadaki tüm kadınlar birleşmişken bizim ülkemizde neden bu sözleşmeye karşı çıkıyorlar?

Her toplumda farklı inanç grupları, farklı kültürler ve farklı sosyal tabakalar mevcuttur. Bunların her biri kendi sosyokültürel değerlerine göre yaşar ve toplumsal kabullerinde de yine bu sosyokültürel yapıyı öne sürer. Ülkemizde de keza çok çeşitli halklar, inançlar, alt kültürler bulunmaktadır. Ancak tüm bu farklı kesimleri bir arada toplayan ortalama bir “üst kültür”, yani toplumsal önkabul mevcuttur. “Türk aile yapısı” olarak ifade ettiğimiz bu üst kültür; genel hatlarıyla bazı konularda muhafazakar, aile kavramına bağlı, geniş aileyi benimseyen ve aile dışındaki çevreden (komşu, uzak akrabalar, arkadaşlar vs.) etkilenmeye müsait bir yapıdır. Günlük dille ifade etmek gerekirse “Elalem ne der?” cümlesi Türk halkı için çok önemlidir ve ülkemizde aile içi şiddet olaylarının yargıya yansımamasının ya da kişilerin cinsel yönelimlerini rahatça ifade edememelerinin temel nedenlerinden birisi de işte bu cümledir.

Çekincenin nedeni; cinsel yönelim farklılıklarının yasaca korunur hale gelmesi

Yine elalem uğruna iyi şeylerden vazgeçiliyor...

İstanbul Sözleşmesi bireylere daha özgürlükçü, kendilerini her yönüyle daha rahat ifade edebilecekleri, kadınların, çocukların ve LBGT mensubu bireylerin ayrımcılığa ve şiddete maruz kalmaları halinde yasal haklarını aramalarına olanak tanıyan bir sistem vaat etmektedir. Bu sistemde devlet, karısını döven bir erkeğe müdahale ederek gerekli cezayı verecektir; erkek “Karımdır; döverim de, severim de!” diyemez. Ya da cinsel yönelimleri nedeniyle kimse işten çıkartılamayacak. Eşler birbirlerine hakaret edemeyecek. Tüm bu örneklerde olaya üçüncü bir kişi, yani yargı müdahil olacak. Bu durum, “Kol kırılır yen içinde kalır” kültürüne çok uygun değildir. Öte yandan İstanbul Sözleşmesi, önceki belgelere göre bir ileri aşamaya geçerek devletlerin bireylerin her tür cinsel kimliğini korumayı taahhüt etmesini sağlamaktadır. Böylece İstanbul Sözleşmesi, sadece “insan” tanımını esas almakta; tüm cinsel yönelimleri ve toplumsal azınlıkları, aynı zamanda toplumun güçsüz kesimlerini bu tanım üzerinden korumaktadır. Dolayısıyla sözleşme hükümleri kapsamında LGBT örgütleri bu sözleşmeye dayanarak, siyasi iktidarın LGBT haklarının yasal güvenceye alınması konusunda hukuki yükümlülüğü olduğunu ifade etmektedir. Sözleşmeye karşı çıkanların en büyük çekincesi, sözleşme kapsamında cinsel yönelimlere ve cinsel kimliğe yönelik ayrımın engellenmesinin amaçlanması nedeniyle, “ahlaka ve dine mugayyir” olarak ifade ettikleri cinsel yönelim farklılıklarının yasaca korunur hale gelmesidir.

Şimdi taşlar kafamızda yerine daha net oturmaya başladı…

Ayrıca sözleşmeye yönelik bir diğer eleştiri de “insanları cinsiyetsizleştirmeye yönelik” bir metin olduğu yönündedir. Bu tezi savunanlar, sözleşmenin kadın erkek ayrımını tamamen ortadan kaldırmayı amaçlayarak, aslında bir nevi “fıtrata aykırı” bir amaç taşıdığını iddia etmektedirler. Avrupa Konseyi de Kasım 2018'de yayımladığı basın bildirisiyle, "sözleşmenin açık bir şekilde belirtilmiş amacına" rağmen aşırı muhafazakâr ve dini grupların, sözleşmeye dair çarpıtılmış anlatıları dillendirdiklerini belirtmiştir. Bu çerçevede sözleşmenin yalnızca kadına yönelik şiddeti ve aile içi şiddeti önleme amacı taşıdığını, belirli yaşam ve kabulleri empoze etmediğini ve özel yaşam biçimlerine müdahale etmediğini belirten Konsey; sözleşmenin kadın-erkek arasındaki cinsel farklılıkları sona erdirme hakkında olmadığı, metinde hiçbir şekilde kadın ile erkeğin "aynılığına" ima olmadığını ve sözleşmede aile tanımının yapılmadığına ve bu konuda herhangi bir teşvik/yönlendirme yapılmadığına dikkat çekmiştir. Bundan da anlaşılacağı üzere, İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik çarpıtma, muhalefet ve eleştiriler sadece Türkiye’de değil, sözleşmeye taraf olan tüm ülkelerde görülmektedir.

İstanbul Sözleşmesi'nden korkmak yersiz

Bu sözleşmeyi savunan taraflar kimler?

Sözleşmeyi baştan sona okuyan, anlayan ve kadınlara, çocuklara yahut LBGT mensubu bireylere yönelik açık bir nefret barındırmayan herkesin sözleşme hükümlerini destekleyeceğini söylemek mümkün. Bu sözleşme uluslararası mahiyette bir belge. Dolayısıyla devletler bunu kendi hukukları kapsamında yorumlayıp içselleştirirken, kendi iç hukuklarını istedikleri gibi düzenlemekte özgürler… Tabii ki sözleşmenin ana hatlarına aykırı olmamak ve içerdiği yükümlülükleri yerine getirmek kaydıyla… Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti, örnek olarak sözleşmenin 40. maddesi gereği, cinsel tacize yönelik olarak “a, b, c” önlemlerini alıp, “d, e, f” cezalarını uygulamaya karar vermişken; başka bir devlet aynı madde gereği cinsel taciz eylemlerinde “x, y, z” önlemlerini alıp, “g, h, ı” cezalarını uygulayabilir. Bu noktada, sözleşmenin özüne aykırı olmadığı müddetçe ülkeler özgürdürler. Yani ülkemizde, İstanbul Sözleşmesi kapsamında alınacak önlemler ve düzenlenecek yasal hükümler, yine bizim toplumsal yapımıza, örflerimize, hayat tarzımıza ve Türk aile yapısına uygun olabilir, olacaktır da… Bu bağlamda, sözleşmeye karşı çıkanların korkularının aslında yersiz olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır.

Türkiye’de iktidar İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilmek istiyor. Maalesef sonuç bu olursa, bu ne anlama gelir?

Sözleşmeden geri çekilmesi durumunda bizce bu koruma kalkanı yok olacak ve bu kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin ihlal edilmesinin önü açılmış olacaktır. Çünkü bu sözleşmenin aynı zamanda en önemli özelliklerinden birisi uluslararası bir sözleşme olmasıyla birlikte Taraf devletlerin sözleşme kapsamında vermiş oldukları taahhütler, bağımsız uzmanlar grubu olan ve kısaca GREVIO olarak bilinen "Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Eylem Uzmanlar Grubu" tarafından izlenmekte ve denetlenme mekanizmasının olmasıdır. Yani sözleşmenin uygulanması uluslararası düzeyde de denetlenmektedir. Öte yandan, İstanbul Sözleşmesi toplumsal eşitlik alanında “durağan” bir sözleşme değildir. İstanbul Sözleşmesi, toplumsal eşitliğin sağlanması için, “eşitlik gerçekten sağlanana kadar” mücadele edilmesi gerekliliğini içeren ve öngören bir sözleşmedir. Dolayısıyla, şu ana kadar kadın hakları, aile içi şiddet, LBGT hakları alanlarında elde edilen kazanımların kaybedilmesi söz konusu olmasa dahi, sözleşmeden çekilmemiz durumunda, bu alanlarda hukuken ilerleme şansımızı kaybetmemiz kuvvetle muhtemeldir ki, sosyal ve çağdaş bir devlet olabilmemiz için temel şart da zaten insan hakları alanında hukuki ilerlemenin durmaksızın devam etmesi, hukukun işlerliğini hiçbir zaman ve hiçbir şart altında yitirmemesidir.

6284 sayılı “Kadına yönelik şiddetin önlenmesine dair bir yasa" bunu biliyoruz. Bu kanun olmasına rağmen Türkiye’de geçtiğimiz haziran ayında 27 kadın katledildi. Bu kanunun gerçekten uygulandığını söyleyebilir miyiz?

6284 sayılı yasanın içeriğinde kadının fiziki, sosyal, cinsel ve psikolojik şiddetten korunmasına yönelik çeşitli “koruyucu ve önleyici tedbirler” yer almaktadır. Bu tedbirlerin bir kısmı (örneğin şiddet uygulaması muhtemel kişinin uzaklaştırılması, iletişim araçları yoluyla kişiye ulaşmasının ve sosyal medyada kişi aleyhine yayınlar yapmasının engellenmesi; mağdurun koruma kurumuna yerleştirilmesi gibi) hakimlerce sık uygulanan ve toplumca da bilinen önlemler olmasına rağmen, diğer bir kısmı ise hakimlerin sık başvurduğu önlemler olmadığı gibi, kadınlarca da bu haklar yeterince bilinmemektedir. Uygulama noktasına gelirsek… 6284 sayılı yasanın kadına karşı şiddeti önlemeye yeterli olup olmadığını tartışacak durumda olduğumuz kanaatinde değilim. Bu yasanın yeterli olmadığı ya da yasa hükümleri korumaya yönelik olsa dahi uygulamada bir sorun olduğu, yaşanan cinayetlerle zaten oldukça açık. Dolayısıyla artık 6284 sayılı yasa kadını korumaya yetiyor mu diye düşünmeye dahi gerek yok aslında; görünen köy kılavuz istemiyor. Yetseydi, korurdu; denklem çok basit.

Her mahalleye kolluk birimleri kurulabilir

Peki, kadınlar şikayetçi olmasına rağmen neden sonuç hep ölüm oluyor?

Bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim. Haberlerde duyuyoruz, "Eski kocası tarafından öldürülen … isimli kadının, daha önce defalarca şikayette bulunduğu öğrenildi”, “Sevgilisi tarafından öldürülen … isimli kadının daha önce defalarca koruma kararı aldığı ancak bu kararlara rağmen tacizin devam ettiği bilgisi alındı.” Bunun gibi onlarca örnek verebilirim. Kadınlarımız, öldürülmeden önce 6284 sayılı kanuna defalarca başvuruyorlar. Savcılığa defalarca şikayette bulunuyorlar. Ancak bugün gelinen noktada, alınan bu koruma kararlarına ve yapılan şikayetlere rağmen bu kadınların çoğu hayatta değil… Bu da bize gösteriyor ki, 6284 sayılı kanunun önleyici ve koruyucu tedbirlerine başvuran birçok kadın kanunda belirtilen koruma tedbirlerinden kağıt üstünde yararlandırılıyor, kimse geri çevrilmiyor, doğrudur; fakat bu tedbirler gerçek hayatta maalesef etkisiz kalıyor ve amaca yönelik bir netice alınamıyor. Ancak yine de 6284’ün eskiye nazaran sağladığı kazanımları da hiçe saymak mümkün değil.

Kazanımları neler?

Aslında temel sorunumuz, uygulamaya yönelik problemlerin kanunun sağladığı korumanın önüne geçmiş durumda olması; kadının korunması açısından en büyük sorun bu. Örneğin, verilen bir koruma tedbiri kararının muhataba tebliği, kolluk kuvvetlerince uygulanması gibi fiili korumaya yönelik iş ve işlemlerde ciddi aksamalar ve gecikmeler görülüyor. Öte yandan, önemli bir detaya daha değinmemiz lazım; 6284 sayılı kanun gereği hakkında koruma tedbiri uygulanan kişiye karşı tedbir kararının çiğnenmesine yönelik ceza, 3 günden 10 güne kadardır. İhlalin tekrarlanması halinde 15 günden 30 güne kadar zorlama hapsi uygulanabilir. Her halukarda uygulanacak zorlama hapsi, 6 ayı geçemez. Şimdi düşünün… Karşınızdaki kişi sizi ciddi şekilde yaralamayı ya da belki öldürmeyi göze almış, dolayısıyla yıllarca hapis yatmayı da… Bu insan, 10-15 günlük tazyik hapsinden korkacak mı peki? Şüphesiz hayır. Fırsat kollayacak ve bulduğu ilk anda da eylemlerini gerçekleştirecek; durum bu. Dolayısıyla, koruma tedbirlerinin ihlali durumunda uygulanacak tazyik cezalarının artırılması elzemdir. Ayrıca kadınlara, çok daha hızlı ve erişilebilir bir fiili koruma sistemi tahsis edilmelidir. Örneğin her mahalleye, işi sırf kadına karşı şiddete anında müdahale etmek olan kolluk birimleri kurulabilir ve koruma tedbiri alan her kadına da bu birimlere anında ulaşmasını sağlayacak teknolojik bir sistem (örneğin koluna takacağı bir saat, bir telefon uygulaması, bir alarm sistemi vs) temin edilebilir. Bu gibi hızlı, etkin ve caydırıcı önlemler ve tedbirlerin ihlali halinde uygulanacak caydırıcı cezalar olmadıkça, 6284 sayılı kanunun kadınları gerçekten korumaktan uzak kalacağı açıktır.

Yorumlar (0)