"Uluslararası konularla karşınıza gelmeyi planlıyorum!"
25-27 Eylül tarihleri arasında Safranbolu'da 21. kez düzenlenen Altın Safran Belgesel Film Festivali'nde amatör kategori jürisi olarak yer aldım. Yıllardır bu belgesel festivaliyle bir gönül bağım var. Hatta yıllar önce usta belgeselci Süha Arın adına açılan müzenin hazırlanmasında da minik bir katkım olmuştu. Birkaç kez Safranbolu'ya geldim. Safranbolu öyle bir yer ki, hem sonbaharı hem de festival kimliğini çok iyi taşıyor. Bu kez de aynı duyguları yaşamış oldum. Sektörden ve akademi dünyasından değerli ustalar ve dostlarla buluşmak, belgeselleriyle festivalde yarışan genç arkadaşlarla sohbetler etmek, yeni yeni arkadaşlıklar kazanmak Altın Safran Belgesel Festivali'ni benim için daha da değerli hale getiriyor. Türkiye'nin en köklü belgesel film festivalinin önümüzdeki yıllarda da tüm görkemiyle süreceğine hiç şüphem yok. Yeri gelmişken festival adına emek harcayan herkese de en içten minnetlerimi sunuyorum.
Bu festivalde tanıştığım ve festivalin serbest kategorisinde "Uçurumun Kıyısında" isimli belgeseliyle en iyi belgesel ödülünü alan Alican Abacı ile de keyifli bir röportaj yaptım. İyi okumalar...
Öncelikle biraz kendinden bahseder misin?
Ben Alican Abacı. Sanatçı bir ailenin tek çocuğuyum. Babam Necati Abacı karikatürist/grafik sanatçısı, annem Emine Abacı ise Sanat Yönetmeni. Hayatın içinde kendimi bulmam ise babamı üzücü ve ani bir şekilde 2004’te kaybettikten sonra oldu. Annem ise hayattaki en büyük destekçim. Küçüklüğünden beri sinema okumak istedim. Lise yıllarında Yalçın Yelence’nin ve Levent Semerci’nin reklam ajansında asistanlık yaparak sektöre ilk girişi yaptım. En nihayetinde Akdeniz Üniversitesi GSF - Sinema TV bölümünü kazanarak hayallerime kavuştuğumu zannederken, beklentilerimin çok aşağısında bir eğitimle karşılaşınca kısa bir hayal kırıklığı yaşayıp ardından sinemada sadece akademik eğitimin yeterli olmadığını, deneyimleyerek, hatalarla öğrenerek, şahsiyet katılarak ve yapılarak geliştirilebileceğini farkına vardım. Hayatıma yeni boyutlar kazandırmaktan hiç geri durmadım. Anneme maddi açıdan yük olmadan çeşitli projeler, değişim programları, gönüllü projeleriyle Avustralya, İtalya, İspanya'da yaşayıp 4 yabancı dil öğrenip, yine çoğunluğu projeler, festivaller, yarışmalar kapsamında gezilerle 40’tan fazla ülkede bulundum. Diğer yandan da ikinci üniversite sosyoloji okuyup sinemanın içini doldurmaya çalıştım. Üretimi boşlamadan kısa filmler, müzik klipleri, tanıtımlar, kısa belgeseller çekip ödüller aldım. Kameramı dağların tepelerinden denizlerin derinliklerine kadar birçok yerde kullandım. Su altı görüntüleme konusunda uzmanlaştım. Kendi yolculuğumda ömür boyu sürecek bir arayış içindeyim. Bu arayışta karşıma çıkanlarla uzun soluklu bir sinema serüveninde 30 yaşında bir film yapımcısıyım diyebilirim.
Senin için belgeselin tanımı nedir?
Belgesel sinema kısaca kişisel bağlamdaki arayışlarımı, ilgimi çeken toplumsal değişimlere ayna tutabilecek konuları irdeleyerek seyirciyle buluşturduğum bir araştırma, eğitim ve yetkinlik süreci. Sosyoloji ve sinema eğitimimin getirisiyle kişisel meraklarımın sinema diliyle dışa vurumu.
Biraz "Uçurumun Kıyısında"dan ve onu çekme nedenlerinden bahseder misin?
“Uçurumun Kıyısında” orijinal adıyla “The Edge of the Cliff” belgeseli benim ilk uzun metraj işim. İngilizce dilinde. Doğayı ele aldığı kısımlar ve hikayeler Antalya, Geyikbayırı’ndan yola çıkıyor. Ayrıca Bangkok ve İstanbul’dan da görüntülerle şehirleşme ve modernleşmenin günümüzde geldiği akıl almaz gelişmelerin getirilerini ve götürülerini karşılaştırıyor. Çevreci bir belgesel. Doğadan uzaklaştıkça bağlarımızın zayıfladığını bu yüzden eko-turizmin önemini vurguluyor. 2015 yılında maden arama izni verilen dünyaca ünlü tırmanış bölgesi Geyikbayırı’nı yabancıların gözünden ele alıyor. İsviçre, Thailand, Estonya, Almanya gibi dünyanın bir çok yerinden doğa severleri ağırlayan bölge içindeki hikayelerin ortak noktalarını ve bölgede yaşayan halkla geliştirdikleri insani ilişkileri yansıtıyor. 2016’dan beri üzerinde çalıştığım bir proje. 2017-18’de Barcelona’ya taşınmam sebebiyle bir dönem yarıda kaldı ancak başladığım bu işi bitirmemek kendime saygısızlık olurdu. Herhangi bir sponsor olmadan yürüttüğüm bu projede bölgedekiler bana son derece destek verdi. Yurt dışındaki festivallere katılmayı hedefleyerek çektim. Türkiye’de ise ilk katıldığım festival olan 21’inci Uluslararası Altın Safran Belgesel Film Festivali kapsamında 98 ülkeden 1431 eser arasından ilk 7’ye finale kaldığını öğrendiğimde çok sevinmiştim. Burada ilk defa seyirciyle buluştu. Ardından serbest kategoride en iyi belgesel seçilmesi bana önümüzdeki festival serüveni için çok büyük bir motivasyon kaynağı oldu. Antalya’nın ve Türkiye’nin tanıtımı için de çok önemli bir iş yaptığımı düşünüyorum. Bir Türk olduğum kadar bir dünya vatandaşıyım. Dünyada insanların ortak hislerinin olduğunu düşünüyorum. Bizi buluşturacak konular üzerinde durmak istiyorum. Bu filmi Madagaskar’dan da Japonya’dan da izleyenlerde aynı duyguların uyandırdığına dair tepkiler geldiği gün hedefime ulaştığımı hissedeceğim.
Sence hızla gelişen teknolojinin, kısa film ve belgesele ne gibi katkıları olabilir? Neler götürür?
Kısa film ve belgeselin günden güne geliştiği ve gelişmeye devam edeceği konusunda hiç bir şüphem yok. Ama her getirinin bir götürüsü olduğu da aşikar. Sinemasal manada ulaşılabilirlik, film çekmek isteyen herkes için internette bir tık kadar yakın, ucuzlayan yüksek kalitede görüntü kalitesi veren kameralar, lensler ise bir hayal değil... Telefonlarla günlük olarak kısa filmlerimizi çekip sosyal medyada paylaşır olduk zaten. Bu mecradaki herkes gönüllü birer oyuncu, yönetmen. Bir yandan artık hepimizin hayatları kayıt altında. İstesek de istemesek de... Artık elimizdeki telefonlarla, sokaktaki kameralarla, uzaydaki uydularla hayatlarımız kayıt altında. Bir nevi belgeselimiz çekiliyor. Çıta çok yükseldi, enteresan konu bulmak çok kolay ancak derinlemesine inmek için bu hızlı akan dünyada çok az kişinin sabrı var.
Örnek aldığın, sinemasını sevdiğin, yerli ve yabancı yönetmenler kimler?
Bu konuya keskin bir cevap veremiyorum ne yazık ki. Zamanla değişen ve geliştiğini düşündüğüm bir sinemasal evrimim var. Çok düşünmeme rağmen birçok yönetmenin sevdiğim yönlerini aldığım bir sentezden bahsedebilirim. Bir ekole bağlı hissetmiyorum kendimi.
Türkiye’deki film festivalleri ve kısa filmcilere yaklaşımları konusunda neler söylemek istersin?
Gördüğüm kadarıyla kısa film, belgesel her ne kadar dünya da maddi getirisi düşük bir endüstri olsa da bence Türkiye’de çok farklı değil. Ben de 4 sene Altın Portakal’da çalıştım. Çok büyük zorluklarla yapıldığı bir dönemde perde arkasını görünce saygı duydum. Ancak kısa film ve belgesel genel olarak film festivallerinde bir üvey evlat muamelesi görüyor...
Son olarak gelecek planlarından bahsedelim…
Bir yandan “Uçurumun Kıyısında” belgeselinin ilk çıktığı platformda ödül kazanmasının motivasyonuyla festival sürecini nasıl geçireceğini sabırsızlıkla beklerken bir yandan da su altında geçecek bir sonraki belgeselim için çalışmalarıma son hızıyla devam ediyorum. Vitrinimin dünya olması için uluslararası konularla, çevreci yaklaşımlarla belgeseller ve filmlerle karşınıza gelmeyi planlıyorum.