Tek derdimiz diziler olsa
“Kafan karışıksa, gönlün bir o yana bir bu yana gidiyorsa… Hangimizi daha çok beğeniyorsun… Hangimizi daha çok seviyorsun karar veremiyorsan… Bana mı gelsen ona mı gitsen bir türlü net olamıyorsan… Sakın beni seçme” diyebilmek gerek bazen. Erkek ya da kadın fark etmez… Bir insanın aklında birden fazla sevgili adayı varsa… Aslında hiçbiri yoktur. Çünkü aşk daha güzelini yokmuş gibi, sanki dünyada bir tek o varmış gibi hissetmeyi gerektirir. Aksi durumda; kişi iki ya da daha fazla insan arasından seçim yapma durumunda kalıyorsa aslında “hiçbiri” seçeneğini kullanmak en doğrusudur. Hiçbiri yürekten istenen değildir zira. Diyelim şıklardan birine karar verdi seçim hakkı olan kişi, aklı muhakkak diğerinde kalacaktır. Çünkü zihin, kalp ve beden bütünlüğüyle başlamıyordur ilişkiye. Eski sevgililerin pet şişe gibi doğada yok olmadıkları sosyal medya dünyasında ilişki yaşamak günden güne zorlaşıyor. Çünkü kadın olsun erkek olsun yeni arayışta olmak zorunda bile değiller. Anaokulundan üniversiteye, yazlık komşularından koşu gruplarına… Herkes herkesle iletişim halinde. Hiçbir ilişki, hiçbir deneyim soğumuyor. Gözden ırak gönülden ırak olmuyor kimse.
Bence bir insanın aldatılmasından daha kötüsü var. Sevgilinizin başka birini istemesine rağmen yanınızda olması mesela. Bana yapılacak en büyük kötülüktür bu. Aldatılmayı, terk edilmeyi, acı çekmeyi bin kere yeğlerim. İşte dizi aşklarını bizi ekrana kilitlemesi hep bu yüzden. Esas oğlan esas kızı bulduktan sonra kesinlikle arayışta olmuyor. Gözü, kulağı bir o yana bir bu yana oynamıyor. Senaryo gereği bin sene önceki sevgililer birden beliriveriyor… Hatta ellerinde bazen bir de çocuk oluyor… Ama buna rağmen esas oğlan dimdik duruyor sevdiği kızın yanında. Çoğunlukla o eski sevgili esas kızdan çok daha güzel, zengin, eğitimli ve kariyerli olmasına rağmen hem de. Dizilerin en büyük ikinci özellikleri de bu zaten. Sınıf ayrımını sadece aileler yapıyor dizilerde. Holding patronu, Amerika’da, Londra’da okumuş ülkenin en yakışıklı erkeği dizilerde orta sınıf hatta varoş mahallelerin müdavimi oluyor. Pek de keyif alarak hatta. Suşiden, New York Steak’ten bol peynirli su böreğine geçiş hızı muazzam bizim hikayelerde. Mutfağa girip “Bir oklava da benden olsun” demeleri an meselesi hatta. İşte bu nedenle bağlıyız biz dizilere… Bir de sonucu çabuk görmek açısından da diziler güzel. Bir yalan söylüyor biri mesela… En fazla iki ay içinde yalan açığa çıkıyor. İlahi adalet çabucak yerini buluyor. Dostlar kısa sürede barışıyor. Gerçek yaşamdaki bekleme halinden sıkılmış genç kadınlar sevgili yolu bekleyeceklerine dizinin gelecek hafta fragmanına sabırsızlanıyor.
Çok kolay dönemlerden geçmiyoruz. Hastalık, yangın, deprem yakamızı bırakmıyor. Dolar almış başını arkasına bakmadan yürüyor. “Budha” gelir “Budha” geçer diyoruz…Hal böyle olunca bir tabak çekirdekle dizilerin karşısına oturmak insanı birkaç saatliğine dünyadan koparıyor. Ne giyiyorlar, ne yiyip ne içiyorlar, kim kime aşık, kim kimi kıskanıyor, o manzara nerede çekilmiş gibi sorularla zaman nasıl geçiyor anlaşılmıyor. İnsanın 3 saat başka bir şey düşünmeden bir hikayeye konsantre olması büyülü bir şey bence. O yüzden daha çok dizi çekilsin… Daha çok seyredilsin… Daha fazla reyting alsın… Biz hangisini seyredeceğimize karar verirken beyazlasın saçlarımız illa beyazlayacaklarsa… En büyük sorunumuz Sadakatsiz’de Asya’ya ne olacak? Çukur’da bu hafta kim ölecek? Safiye nereyi ovalarken yok edecek? İnci hangi gofretten kaç tane yiyecek? Sen Çal Kapımı Serkan Bolat Eda’sına bakarken ne zaman eriyecek? sorularına yanıt aramak dışarıda aranan şeylerden daha kolay…