Uykum kaçınca…
Salondaki koltukta yatmak uzun yıllar önce unuttuğum bir histi. Gün boyunca koltuğun emdiği bütün duygular adeta sarıp sarmalıyor insanı uyurken. Koltuk, üzerine oturanlardan sessizce intikam alır geceleri. Üzerinde uyuyacak olan misafir ya da ailesiyle karantinaya hapsolmuş ruhlar ilk hedefidir. İkili koltuklar zaten depresiftir, onlara bakarken bile kabus görebilir insan. Ama L koltuklar çok daha tehlikelidir. Hem güvende ve konforlu hissetmenize neden olur, hem de beynin ön korteksinde rüyanın türü için karar vermekle görevli olan nöronları kabus moduna ikna eder. Kendime ait bir alanımın olmayışı ergenlik çağım boyunca dramatik duygular yaşattı bana. Hollywood filmlerinde odası olan ergenlere özenerek daha da çok sarıldım Amerikan sinemasına. Kapılarını çalıp giren anne ve babaları olmalarına rağmen ergen davranışlarla yatağa atlayıp ağlamalarına anlam veremezdim.
- Odana git cezalısın!
Şunu bile duyamadı fotoğraflarda anlamsızca büyük çıkan kulaklarım. Salona git cezalısın olmuyor sonuçta. Kötü bir şey yaptıysam da babamın en fazla 70 cm uzağında oluyordum. Yemek yerken karşısında, gazete okurken yamacında. Ayrılamıyordum yani ortamdan. Ayrılık sadece sevdaya dahil değil, aynı zamanda 2+1’e de dahil demek ki diyordum kendi kendime. Bu düşüncelerle saat gecenin üçü oldu, koltuk bu gece de intikamını aldı. Uyuyamadım. Uzun zamandır uğramadığım terasa mı çıksam diyorum. Belki bir yıldız kayar gözlerimin önünde Eşkıya’yı düşünürüm. Baran’ı, Berfo’yu hatırlarım. Yavuz Turgul’un ne büyük bir usta olduğunu düşünürüm o uyurken. Ya da kim bilir usta belki yeni hikayeler peşindedir bu saatlerde. Macbeth gibi o da uykuyu öldürmüştür. Beyoğlu’nun en yüksek teraslarındandır bizim apartmanın terası... Önünde Kasımpaşa, solunda Haliç, sağında Dolapdere’yi izler sinsice. Uykum şöhret olmak için evden kaçan Harika Avcı filmlerindeki gibi agresif bir şekilde terk etti beni. Evet, en iyisi teras. Hem Eşkıya olmasa da belki ‘Üçüncü Türden Yakınlaşmalar’ gibi bir ana tanık olurum. Bak şimdi bu sefer de Spielberg’ün büyüklüğü takılıyor aklıma. Arada saat farkı var Allah’tan, ben onu düşünürken o çoktan uyanmış öğle yemeğini yiyordur. Çıktım yataktan. Limon desenli çoraplarımı giymek gibi yanlış bir karar alıyorum ama gecenin üçünde kendime çok yüklenmiyorum.
Kapıdan çıkarken çoraplı ayaklarımı sokak terliklerine sokuyorum. Diğer ayağım bir anlığına terliğe girmeyince karanlık apartman içinde zıplıyorum. O anda sensör devreye giriyor ve apartman aydınlanıyor. Dünya dışı varlıklarla temas etmek üzere olduğuma kanaat getirip sessizce panikliyorum. Hem daha terasa çıkmadım. ‘Hiç sinemasal olmaz apartmanda yaşanacak bu temas’ diye düşünürken terasın anahtarının gizlendiği doğalgaz bölümünde olmadığını fark ediyorum. İlginç. Uzaylılar olamaz. Dünya dışı varlıklar terasa çıkmak için anahtara ihtiyaç duymazlar sonuçta. Demateryalize oluyorlar diye biliyorum kapılar ve duvarlar engel olamaz onlara. Keşke Haktan Akdoğan’la arkadaş olsam ona sorardım. Ama asıl merak ettiğim hangi dünyasal varlık terasın anahtarını gizli bölmeden aldı. Terliklerimden gelen ve yalnızlık duygumu körükleyen garip ses ile merdivenleri çıkıyorum. Kapı açık. İçeri özgürce süzülen bir rüzgar. Şehrin ateşböceği kıvamındaki ışıklarının önünde beyaz atleti ile duran bir adam. Başının üzerinde tüten sigara dumanı. Belli ki görmediğim dudaklar nikotin hasat ediyorlar. Bir anda içim pişmanlıkla doluyor.
- Ne bok yemeye çıktım ki bu saatte, ne depresif insanlar var şu hayatta. Dünya dışı varlıkla temas bizim neyimize, sigara içip şehre bakıp acı çekmekten ileri gidemiyoruz ki. Ah be Zeki Demirkubuz. ‘Gece gece sen de geldin aklıma’ diyerek iç sesime dublaj yaparken bu karanlık ruh sanki beni duymuş gibi arkasına dönüyor.
- Sevtap?
Sevtap mı diyorum kendi kendime. Sevtap? Yok aga yok. Şu atmosferde bu ismi de duyduğuma göre beni çok hayırlı bir durum beklemiyor. Ama gül cemalim ortada, açığa çıktım. Artık geri dönemem. Gözlerimi kısıp odaklanıyorum.
- ‘Cemil abi?’ diyorum tiksinerek;
- Vay Ozan’ım sen misin?
En nefret ettiğim hitap şekillerinden biri. Asla olmayan samimiyeti körükleme çabasında beyhude bir tavır. Sen kimsin Cemil abi! İyi akşamlar ile nasılsın kalıbını, eyvallah abim ve sağol kardeşim kalıplarıyla birbirine çarpıp duruyoruz. Bu kalıplar birbirimizi sahiplenmemize neden olamaz. Üzgünüm sen benim için 4 numara, ben senin için 9 numaradaki tatlı teyzenin az ünlü oğlundan başka biri değilim. İkimiz de bu ilişki için hiçbir şey yapmadık. Şimdi gelmişsin gecenin köründe ‘Ozanım.’ Yine kendimi dolduruşa getirdim neyse ki içime atmaya alışkınım. Soruya uygun cevap vermeye karar veriyorum.
- Abi bi tıkırtı duyunca…
- Uyandırdım değil mi?
- Sorun değil abi.
- Kusura bakma kardeşim.
Yok estağfurullah demiyorum. Anahtarı yürütmüş, terasa gizlice çıkmış ayrıca sıklıkla aidatı geciktirmiş bir şahsiyetsin sen. Bu düşündüklerimi de içime atmaya karar vererek yıllar sonra yaşayacağım kalp krizi için zemin hazırlığına devam ediyorum. İstanbul sessiz. Gökyüzü umursamaz görünüyor ama Cemil’in verdiği nefeslerde gerginlik var. Geriye doğru taradığı saçları da gergin görüntüsünü destekler nitelikte. Yanına yaklaşıyorum. Ufak bir nefes meditasyonu mu önersem yazık rahat uyur en azından ya da saçları için bir ürün böyle olmaz çün…
- Bir kadın var Ozanım, diyerek düşüncelerimi bir bıçak gibi kesiyor.
- Nerede abi?
Acı bir gülümsemeye eklenmiş küçük bir sesle;
- Hayatımda… Ben yengeni aldatıyorum, Sevtap diye bir kadın var diyor dudakları gereksiz güzel Cemil abi.
Bir an taş kesiliyorum. Benim için 4 numara olan komşumuz Cemil, gecenin üçünde, limon desenli çoraplarıma arkadaş ettiğim terlikleri umursamadan karanlık bir sırrı paylaşıyor. Aklımdan hızlıca cevap seçeneklerimi geçiriyorum. Hiçbiri olmuyor. Hiçbiri beni buradan kurtaracak kuvvette değil. Ne yapsam bilmiyorum.
- Çoraplar olmuş mu sence?
Diye çok yersiz kontra bir soru çıkıyor ağzımdan. Böyle durumlarda iyi değilimdir zaten. Neyse ki Cemil abi olgun, yadırgamasına rağmen yakışıklı adamsın sana her şey yakışır diyor. Sevtap’ın kalbini çaldığı gibi benimkini de çalma girişimlerinde bulunuyor. Neyse derin bir nefes verip hemen arkada çarşafların altında saklı olan plastik sandalyeleri çıkarıp on numara bir şekil yapıyorum güzel dudaklarının hatırına. Gözleri doluyor Cemil’in bu yakınlaşmayla. Terapi ihtiyacıyla başlıyor konuşmaya. Yaşadığı ilişkiden kesitler veriyor. Kaldığı zor durumları anlatıyor. Keşke diyor bu konuda bana rehberlik edecek birileri olsa. Yaptığım yanlış ama belki tek eşli biri değilimdir diyor. Hadi buyur, Cemil abi 1968 tarihinde temelleri atılan Derman apartmanın anüs kadar terasında zamanın ruhunu yakalıyor. Ya da diyor belki aşk başka bir şeydir ben yengenle bunu yanlış anlamışımdır. Ya da kim bilir karım da beni aldatıyordur diyor. Tutku diyor, alışkanlık diyor. İlişkilerin dinamiği çok farklı, bilmiyorum Ozanım diyerek gökyüzüne bakıyor benden ümidi keserek. Gidip yatmak bu anı zihnimden silmek istiyorum. Diyecek bir şey de bulamıyorum. Aklıma The Affair dizisi geliyor. Anlatayım en iyisi diyorum bu gece daha ne kadar kötüleşebilir…
Abi diyorum siz de Netflix var mı? Yengen aldı eve ama ben izlemiyorum kapattıracağım. Sürekli karttan para çekiyorlar adam gibi içerik yok diyor. Mesela yelek giyen bir çocuk vardı İstanbul’u çekirgelerden kurtaracaktı, en son onu izledim sonra Sevtap’la tanıştım zaten diyor. Cemil abiye bakıp derin bir nefes veriyorum. Bu yaşadığın duruma yardımcı olmaz ama en azından izlerken kendini yalnız hissetmeyeceğin bir dizi var diyorum. Diziyi izlemek için birilerini aldatıyor olman gerekmiyor tabii ama senin bu durumun hikayenin karakterleri ile özdeşlik kurmanı kolaylaştırır. Cemil abinin gözleri adeta bir süpernova gibi son kez parlıyor. Nasıl bir dizi anlatsana Ozanım diyor.
Abicim bak, The Affair diye bir dizi var. 2014 yapımı. Şu sıralar 4. sezonunda. İki Altın Küre ödüllü dizi, sahildeki bir tatil beldesinde tesadüfen tanışan öğretmen ve ikinci sınıf bir yazar olan Noah ile kasabada tek düze hayatını sorgulayan Alison’ın tutku ve gizem dolu ilişkisine odaklanıyor. Sadakat kavramı bu tarz hikayelerde sıklıkla anlatılmış bir durum. Ama The Affair olaya ilginç bir yorum getiriyor Cemil abi. 50 dakikalık diziyi ikiye bölüyor. Önce Alison’ın gözünden hikayesini anlatıyor, sonra Noah’ın gözünden. Sıradan olabilecek bir aldatma hikayesini orijinal hale getiriyor. Ve bu fikri uygularken başka ilginç ve öyküyü kuvvetlendiren bir uygulamaya geçiyor. Aynı olayları ikisinin gözünden izlediğimizde farklılıklar olduğunu görüyoruz. Yani karakterlerimiz bulundukları bakış açısına göre farklı davranışlarda bulunabiliyor. Bu senaryo yazımını, karakter gelişimi ve anlatımını çok zenginleştiren bir durum. Yaratıcı ekibin büyük keyifle yaptığını hissediyorum izlerken. Küçük ayrıntılarla ve durumlarla karakterlerini anlatmayı beceriyorlar. Karakter anlatmak olayın büyüklüğüyle ya da ilginçliğiyle ilgili değildir zaten. Süregelen hikaye içerisinde yarattığınız karakterleri ince ince işlemeniz gerekir. Karakterlerin sadece başlarından geçenler üzerine diyaloglar savurması senaryoyu tembelleştirir ve yaratıcılıktan uzaklaştırır. Ne yazık ki ülkemizde sıklıkla karşılaştığımız bir durum bu.
- Bunlar aşık değil mi birbirlerine?
- Aşıklar abi. Büyük bir tutkuyla hem de. Ama ikisi de evli.
- Sevtap ile Cemil gibi yani.
Buna cevap vermemek için boğazımı temizliyorum ve anlatmaya devam ediyorum. Rejisi ise öyküye ayak uyduran bir tarzda Cemil abicim. Akıcı ve doğal. Omuza alınan kamera olayın gerçeklik hissini körüklerken performanslar için de uygun bir dil oluşturuyor. Succession, Game of Thrones gibi dizilerden tanıdığımız Mark Mylod ilk iki bölümü ustalıkla çekip dizinin genel anlatım dilini oluşturuyor. Hikayenin yaratıcıları Hagai Levi ve Sarah Treem. 4.sezonuna devam eden dizinin şimdiye kadar yirmi üç farklı yönetmeni olmuş. Ben hala ilk sezondayım. Gerilim yükseldikçe hikaye dallanıp budaklanmaya başladı. Noah’ı Dominic West, Alison’ı Ruth Wilson canlandırıyor. Noah’ın üniversite aşkı olan karısı Helen rolünde Maura Tierney var. Basit ama ilginç fikirler, gizem dolu bir atmosfer. Sadakat kavramı, aile içi dengeler ve cinayet soruşturması. İlk sezon bunlarla beni tavladı hala ilgiyle izliyorum. Sana da geceleri terasa beyaz atletle çıkıp sigara içerken atmosfere negatif titreşimler yaymandansa The Affair’i izlemeni tavsiye ediyorum. Ha diyeceksin ki, sen niye çıktın terasa? Annemlerde ne internet var, ne de dijital platform aboneliği... Onun için ben çıkmayayım da kim çıksın? Ayrıca koltukta uyumak berbat bir şey, sürekli uykum kaçıyor Cemil abi. Bu lafın üzerine bana yaklaşan Cemil abi senden bir ricam var diyor. Sessizce bekliyorum herhangi bir vaat vermeden.
- Bana Cemilim diyebilirsin Ozanım diyor.
- Abi gerek yok diyecek gibi olurken ani bir hareketle bana sarılıyor. Atletli vücudundan yayılan sigara kokusu çarpıyor uykusuz kalmış sakallarıma. Güneş gökyüzünü kızıllaştırmak ve karanlığı yenmek için var gücü ile uğraşırken Cemil abiyle ben birbirine sarılmış kıpırtısızca duruyoruz. Ve bu birleşme iyi hissettiriyor kendimi anlamsızca. Derman apartmanında uykusuzlukla boğuşan iki yalnız ruh hikayelerle yakınlaşıyoruz ve paylaşarak dertlerimize bir nebze derman oluyoruz. Hidrojen ve helyum gazlarından oluşan bir yıldızın ışığı Cemil abinin atletini aydınlatırken benim ağzımdan fısıltıyla şu cümle dökülüyor;
-Günaydın Cemilim…