Yürümek yıkıcılığa karşı bir eylem
Bu hafta, bir arkadaşımın önerdiği Frederic Gros’un “Yürümenin Felsefesi” kitabına başladım. Kitapta, geçen haftaki yazımın baş kahramanı sevgili Nietzsche ile karşılaşıyorum. Nedense şu sıralar kendisiyle yollarımız bolca kesişiyor. Kitapta daha önce kendisinin hiç bilmediğim bir yönünü anlatıyor Gros. Nietzsche’nin yorulmak bilmeyen bir yürüyüşçü olduğunu... Yakasını bırakmayan şiddetli baş ağrıları ile kıvranan Nietzsche dikkatini şakaklarına vuran çekiç darbelerinden uzaklaştırmak, onları bırakmak ve unutmak için çareyi uzun yürüyüşlerde bulmuş.
Bu yönüyle yürümek onun için iki mesafe arasında gidip gelmek değil sadece, yıkıcılığa karşı yaratıcı bir eylem. Yürümek, içinden çıkamadığı durumları geride bırakıp, yeniyi kucakladığı bir alan yaratıyor. Aynı zamanda Gros’un deyişiyle Nietzsche için yürümek yazarlığının da değişmez refakatçisi. Eve döndüğünde sayfalara aktaracağı düşüncelerinin ancak yürümekle filizlendiğini söyleyen Nietzsche, masa başında oturup ilhamın gelmesini bekleyen yazarları da şiddetle eleştirirmiş.
Yürümenin otomatik bir eylem olmasının yarattığı sıradanlık dışında eminim her birimiz için çok özel bir yeri vardır. Yürürken, saplanıp kaldığımız, bizi rahatsız eden düşüncelerin geride bırakılmasının memnuniyetini her birimiz tatmışızdır. Tıkandığımızı hissettiğimizde bir mola oluyor bazen yürümek.
Günler geçtikçe özlemini duyduğum şeyler listesinde açık havada yürümenin ilk sıralarda yer aldığını fark ediyorum. “Mümkün mertebe az oturmalı, açık havada yürürken doğmayan, şenliğine kasların da katılmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli” diyen Nietzsche’ye kulak veriyorum. Ne kadar da haklı.
Bir an önce sağlıklı günlerde, açık havalarda görüşmeyi umuyorum. O güne kadar evde harekette kalmaya devam.
Not: Bu yazıyı yazarken sayısız kere ayağa kalkıp evde oradan oraya yürüdüm...