Yasemin, Bihter, Fatmagül ve Atiye... Beren Saat’in oyunculuğunun giriş, gelişme ve sonuç kısmı olarak ayıracağımız, her birinin kendi zamanına ait iç çatışmalarını, kendisiyle olan savaşını bizlere izlettirdiği karakterlerin sadece adları. Onunla ilk aşkını yaşayan bir genç kız, ihtiraslı ve öfkeli bir kadın, naif ve kendi varlığını kabul ettirmeye çalışan bir ses ve geçmiş gelecek arasında yolculuk yapan mistik biri olduk. Onların hikayesini, geçtikleri yolları, hissettiklerini kimi zaman onlarla gözyaşı dökerek kimi zaman da onları destekleyerek izledik.
Sevgisinin duyulmasından çekinen hatta yeri gelse kendisinden bile saklayacak olan Yasemin; Firdevs Hanım’ın tabiriyle “gençlik heyecanı” ama Bihter’in gönül gözünden bakınca gururunu yok edecek derecede büyük bir tutku; yaşadıklarını ailesine duyurmak, anlaşılabilmek, kendisiyle ilgili olan ama o yokmuş gibi davranan insanlar tarafından kabul görmek için çırpınan Fatmagül; geçmiş ve gelecek arasında hayatı sorgulayacak Atiye... Her birinin en başından, en sonuna kadar kendisiyle verdiği mücadele birbirinden çok başka.
Beren Saat’i izlerken onun gibi olmak, onun gibi gülmek, onun gibi hareket etmek ve yine onun gibi gözlerimizin içinin gülmesini hepimiz çok istiyoruz, bu bir gerçek... Fakat başka bir gerçek daha var ki, biz onun karakterle birlik olup kendi içinde verdiği mücadeleyi izlemeyi de çok seviyoruz. Her birinin ismi ayrı ayrı geçtiğinde onunla ilgili kendi içimize dokunan bir cümle, bir bakış, bir tavır ve en önemlisi onun mücadelesiyle bir bağ aramızda her zaman oluyor.
Yasemin’in aşkına sahip çıkamadığı için ona kavuşana kadar kendiyle ve ona yuva olan Necdet’e karşı yaşadığı vicdan muhasebesini; kendi kendinin sesi olmaya karar veren Fatmagül’ün sadece düşünceleriyle değil etrafındaki kişilerle de girdiği çekişmeyi; Atiye’nin “kim olduğunu” bulma yolunda bildiğini sandığı her şeyi yeniden keşfetmesini sanki biz onun yaşadığını yaşıyormuş gibi seyretmiyor muyuz ya da seyretmemiş miydik?
Bihter’in Behlül’e değil de, kendine, kendi yalnızlığına yenildiğini anladığı o anı kim unutabilir ki? Öyle ki, en çok benzemekten korktuğu kişi olmamak için direndiği Firdevs Hanım’ın kollarında onu ağlarken görmedik mi? Bu kendine yenilmek değil de nedir? İçindeki mücadelede hiç istemediğin tarafın galip gelmesi değil de nedir?
Beren Saat hangi rolü üzerine giyerse giysin, her birinin ayrı hikayesini, geçtiği engebeli yolları, verdiği tavizleri bizlere anlatmaya, onların gözünden dünyayı anlamaya, sorgulamaya ve soru sormaya yöneltiyor. Kişinin bu hayatta kendini bulma yolunda etrafına ve en çok da kendine rağmen var olma mücadelesini nasıl her şeye rağmen başarmaya çalıştığını anlatıyor.
Kısaca, Beren Saat’i izlerken, bir bölüm sonra değişecek hikayede yer alan bir karakterin sadece adını değil, “onun penceresinden bakıyor olsaydık nasıl olurdu?” sorusunun cevabını bulmaya çalışıyoruz. Karakteri kendine değil de, kendini karaktere uydurduğu için hangisini giyerse giysin, en güzel şekilde taşıyor. Bu yüzdendir ki her rol üzerine cuk diye oturuyor.