'Bana göre:)' Erşan Kuneri!
Mizah, ölçülmesi zor bir kavram ve üstünde fazlaca tartışılmış uzunca da bir tarihe sahip. Türk toplumu için de mizahın oldukça eski bir geçmişi var. Peki bugün bizler neye gülüyoruz? Hatta daha net bir soru; günümüzde Türk toplumunu kim güldürüyor?
Aristotales, Platon, Darwin, Descartes, Kant, Hobbes, Bergson, Freud, Twain gibi adını sayamayacağım kadar çok sayıda düşünürün tanımını açıklamaya çalıştığı mizah için, en basit anlatımla "güldüren bir şey" denebilir. Tarihsel süreçte insanların gülmeye verdikleri değerin ve komik algılarının farklı seyrettiği aşikar. "İnsanlar neye güler?" sorusuna verilebilecek cevap ise yine en basit anlatımla; gülmenin hem toplumsal, hem bireysel ama en çok da öznel olduğudur.
Tekrar "Türk toplumunu kim güldürüyor?" sorumuza dönecek olursak, elbette yolumuz son günlerde tartışma konusu olan Cem Yılmaz'a çıkıyor. Erşan Kuneri dizisine dair yapılan yorumlara bakılırsa, yine övenler ve gömenler olarak insanların ikiye ayrıldığını gözlemliyoruz.
Peki ben hangi taraftayım? Erşan Kuneri, bir sebeple seks filmleri furyasında yer almış ancak bir leke gibi gördüğü o etiketten sıyrılmak isteyen, içindeki potansiyeli kısıtlı imkanlarla ortaya koymaya çabalayan, ideali film sektöründe saygın bir yer edinmek olan, bir yanıyla çocuksu, bir yanıyla kırılgan ve arkadaşlarına rağmen özünde yapayalnız bir karakter. O bir tutunamayan. O, Erşan Kuneri isminin kendisine biçtiği rolden kurtulmak isteyen Cemil Can Taraklı... Bu karakterin, önceki filmlerde kısaca kendini gösterdiği karikatür bir tiplemeden ziyade, güldürmesinin yanı sıra, izleyicinin acıma, şefkat gibi duygularını da harekete geçiren bir yanı var. Her Şey Çok Güzel Olacak'taki 'Altan' kadar gerçek. Seyirci ekran başında bunun net bir ayrımına varamasa da, hikaye komik ve aynı zamanda derinde hüzünlü bir çizgi arasında gidip geliyor. "Gülüncün doğal ortamı kayıtsızlıktır ve gülmenin en büyük düşmanı duygulardır." der Bergson, bu perspektiften bakıldığında "az güldürdü" eleştirilerinin de cevabı bir nevi verilmiş oluyor.
Ana karakterin hayal kırıklıklarıyla dolu macerasına ek olarak, hayata geçirdiği 7 filmin baş kahramanlarının da finalde hayal kırıklıkları yaşıyor olmaları da yine dizinin temelindeki melankolik bir gerçekliği ele veriyor. Kısacası Erşan Kuneri'nin baştan sona herkesi kahkahaya boğacağım iddiasıyla ortaya çıkmış, salt komedi işi yapma amacı güdülerek hayata geçirilmiş bir proje olmadığı açık. Tıpkı Erşan karakterinin izleyici karşısına kolay yollu, erotik bir filmle çıkmak istemiyor oluşu gibi, Cem Yılmaz da "yapmak istediği neyse" onu koyuyor izleyicisinin önüne.
Dolayısıyla Erşan Kuneri'nin karşısına "hadi beni güldürsün" maksadıyla oturulduğunda, her sahnesi ve repliğinin üzerine ayrı ayrı kafa yorulmuş, baştan sona irili ufaklı göndermelerle dolu, sadece 80'li yıllar veya Yeşilçam'a değil, günümüze dair yapılan zeka kokulu dokundurmalarını kaçırmak mümkün elbette. Bütün bunlar görüldüğü halde "çok kötü" deniliyorsa işte burada "mizahın öznelliği" devreye giriyor. Öte yandan Z kuşağını yakalayamadığı yönündeki eleştirilerde haklılık payı elbette var. Ancak yakalamak istemiş mi, işte o tartışılır. Projelerinde böyle bir çabası olduğunu ve de bunu başaramadığını düşünmek, Cem Yılmaz'ın zekasını hafife almak olur. Bana kalırsa Cem Yılmaz'ın herkes tarafından beğenilmek gibi bir derdi yok. Şayet bunu amaçlasaydı son yıllarda "Cem Yılmaz öldü" eleştirilerinin de hedefi olmazdı. Nihayetinde mizah, şerbeti, içinde bulunulan yaşamsal sürecin nabzına göre ayarlanabilir bir anlatım dili. Cem Yılmaz da pek tabii istediği taktirde tüm kuşakları yakalayıp, bırakmayacak bir kapasiteye de sahip.
Yeri gelmişken önceleri okuduğum bir kitapta (Die Melancholische Komodie) komedinin alt türü olarak önerilen "Melankolik Komedi" tanımlamasını hepsine olmasa da Cem Yılmaz filmlerine yakıştırmıştım. -Bana göre:)- Bunun birçok sebebinden sadece bir tanesi yazarın bu tanımlamaya uygun olarak örneklediği filmlerin ortak yanlarının, filmlere imza atmış isimlerin hepsinin 1970’lerde çocuk olduklarının altını çizmesiydi. Başka bir deyişle bu yeni tanımlamanın aynı zamanda bir jenerasyon fenomenini açığa vurduğunu iddia ediyor oluşuydu. Dolayısıyla her filminde komedi kadar duyguyu da kullanan, nostalji aşığı bu adamın, Erşan Kuneri gibi bir tiplemeyi, empati kurabileceğimiz gerçek bir insan olarak karşımıza çıkarmış olmasına hiç şaşırmadım.
Yılana şarap içirilerek onun şişmesi sağlanıp, böylelikle deliğine girememesi Eski Yunan’da gerçekleşen Dionysos şenliklerinde mizah içeren bir eğlenceydi. Benzer şekilde, Anadolu’da anlatılan farenin çok peynir yiyerek şişmanlaması ve deliğine giremediği için yakalanma hikayesi yine mizahı oluşturuyordu. Veya, Rönesans döneminde iktidar sahipleri cüceler, kamburlar gibi fiziksel deformasyona sahip insanlar tarafından eğlendiriliyordu, onların mizahı da buydu. Nasrettin Hoca’nın göle maya çalması, Karagözle Hacivat atışması, Keloğlanın padişahın kızına aşık olması... Hepsi gülmek için birer sebepti.
"Mizah, yetişkinler için oyunun çocuklar için yaptığı şeyi yapar, yani onları gerçeklik ilkesinin despotizminden kurtarırken zevk ilkesinin biraz titizlikle düzenlenmiş serbest oyununa izin verir." der Eagleton. Her sabah güne, hangisinin daha can sıkıcı olduğuna karar vermekte zorlanacağımız sayısız felaket haberiyle başladığımız, dramın peynir ekmek gibi tüketildiği şu ülkede, yüzümüzü biraz olsun gülümsetenlerin kıymetini bilmek ve küstürmemek sanırım yapacağımız en mantıklı şeylerden biri olur. Gir oyuna komik bulduğuna gül, bulmadığına böyle espri mi olur diye yine gül... Yeter ki gül! Bu oyun ciddiyet gerektirmiyor...