Festival gibisin katılmak istiyorum!
Sizce de soğuklar bir anda gelmedi mi? Yaz mevsimini doyasıya yaşadığımız günlerin bitişini kabul edememiş ve yaz ile bir türlü vedalaşamamışken, kışın kapıya bir anda dayanması her şeyi alt üst mü etti? Aslında hayır, bizim için sanat susmadan devam ediyor bir bakıma. Yeni dizilerle buluşmalar yaşıyoruz, yepyeni festivaller ve yeni filmlerle buluşmalarımızda devam ediyoruz ve en önemlisi keşfetmeyi sürdürüyoruz.
Yeni yazıda takip ettiğim 2. Diyarbakır Kısa Film Festivali ve 10. Engelsiz Filmler Festivali ile selamlıyorum sizleri. Ardından çok özlediğim tiyatro sezonunu açmış bulunduğum “Aydınlıkevler” ile yazım devam ediyor olacak. Ve tabi ki, son bölümü yayınlanarak bizi mest eden “Dünyayla Benim Aramda” dizisinden bana kalanlar konusunda da bir iki kelam etmeden olmaz….
Diyarbakır yolunda bir kısa film festivali
İkinci kez bu yıl düzenlenen “Uluslararası Diyarbakır Kısa Film Festivali” nin benim için ayrı bir anlamı vardı. Festivalin hem ekibinde olmak hem de moderatörlük yapmak ayrıca bir keyifti. 6 gün boyunca Diyarbakır’da sanat ve kültür dolu günler geçirdim. Kültür durakları, tarihi dokusu, yenilenen Sur kenti, gastronomi tarafı ve sinema kenti olmasıyla bir harikasın Diyarbakır diyerek başlamak istiyorum. Ayrıca büyük bir keyifle gezdiğimiz Zerzevan Kalesi gibi tarihi bir yeri keşfetmek, ilginç bir deneyim oldu kendi adıma. Geçtiğimiz yıl ilk kez düzenlenen festivali, Diyarbakır’da sanata ve sinemaya ne kadar çok ihtiyacın olduğunu göstermişti bize aslında. Bu açığın kapanması konusunda ikinci yıl için de büyük çaba sarf eden arkadaşım Serhat Gönen ve çalıştığımız tüm ekibe bolca tebrik gönderiyorum. Ben de festival kapsamında yönetmen Banu Sıvacı ile “Fikirden Senaryoya Senaryodan Filme” söyleşisinin moderatörlüğünü üstlendim. İlk filmi “Güvercin” üzerine yaptığımız röportajdan bu yana sohbetimi çok sevdiğim sevgili Banu ile yönetmenlik tecrübesini konuşmak çok zevkliydi. Özellikle bir yönetmenin geçtiği yol, kat ettiği tecrübeler ve dünden bugüne yapmak istedikleri konusunda verimli bir söyleşi yaptık.
Ardından uzun yıllardır tanıştığımız oyuncu arkadaşım Alican Yücesoy ile “Sinemada Oyunculuk” söyleşisi de benim moderatörlüğümde gerçekleşti. Sevgili Alican’ın oyunculuk kariyeri boyunca karşılaştığı tüm süreçleri güzel sorular eşliğinde yorumladık. Ayrıca birçok festivalde ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülü aldığı “Küçük Şeyler” filmi ve yönetmenliğini üstlendiği “Taş” adlı kısa filmden de bahsetmeyi ihmal etmedik. Ayrıca Uluslararası yarışma filmlerden izleme şansı bulduğum “So Cool” için ayrı bir parantez açmak istiyorum. Yönetmenlik başarısı jüri tarafından da göz ardı edilmemiş olan film, yenilikçi kamera açıları ve şaşırtıcı senaryosuyla beni cezbeden bir film oldu. Hiç beklemediğimiz anda beklemediğimiz tepkiler görmek, şaşırtıcılığı bu kadar iyi kullanabilmek ve çiftler arasındaki güvene dayalı iletişim konusuna bu kadar hâkim olabilmek büyük bir başarı. Bu büyük başarılın sahibi ve bu kadar lezzetli bir film seyri yaşatan Mailyne Naaman’a büyük bir tebrik göndermeli…
Hep birlikte Engelsiz Filmler Festivali’nde film izlemek mümkün
10 yaşına basan bir festivali yapmak kolay değil. Hele ki kilometre taşlarını yıllardır takip ettiğiniz bir festivalse bu, daha da büyük bir heyecan sarıyor içimizi aslında. Çıkış noktası Ankara olan Engelsiz Filmler Festivali 10.yılında Eskişehir ve Ankara’da sinemaseverlerle buluşurken, çevrimiçi olarak da gösterimlerine devam etti. Bu festivali takip eden bir gazeteci ve sinemasever olarak; her yıl kendini yenileyen, yepyeni filmler bünyesine katan ve daha çok izleyiciye ulaşmayı başaran ender bir butik festival olduğunu söyleyebilirim. Bu yıl festivalde merakla izlemek istediğim iki filmi izleme şansı buldum.
Gerçek bir hikâyeden uyarlanan "Rabiye Kurnaz George W. Bush'a Karşı”, oğlu Murat için amansız bir mücadele içerisine giren Rabiye adlı bir kadına odaklanıyor. Amerika, Almanya ve Türkiye’de geçen film, geleneksel kodları da içinde barındırırken aslında bürokraside yaşanan gariplikler, özlemin ve acının buluşturduğu insanların ruh halleri ve en önemlisi vazgeçmeden mücadeleye devam etmek üzerine güçlü bir film. Tamamen dramatik olmaması ve özellikle absürt sahnelerin de olması filme ayrı bir renk katıyor. Kimi zaman aşırı gülerken, kimi zaman hüzünlenirken buldum kendimi. Bir hayat mücadelesi ve evlat sevgisi var, bu durum da izleyiciye her bir zerresiyle hissettiriliyor. Tabi zaman atlamaları fazla aralıklı olduğu için hikayeden kopma hissi yaşatılmamış değil. Absürt bir yani olsa da hikayeden kopmamalı izleyici bence, filmin tek sıkıntısı bu... Meltem Kaptan’ın duygusu her sahnede farklı olan Rabiye'ye hayat verdiği anlar harika. Hem dramatik hem duygu sahnelerde karakterle bütün olup izleyicide inanılmaz hisler yaşatıyor. Muhteşem ötesi bir performansa imza atmış ve Rabiye’yi her bir zerresine kadar hissetmiş, hissettirmiş…
Cannes’da bu yıl “Belirli Bir Bakış” bölümünde yarışan ve ‘En İyi Performans’ ödülüyle dönen “Korsaj” izlediğim bir diğer film oldu. Sisi olarak da bilinen Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth’e odaklanan film, bu dünyada sıkışmış olan kadının yaşadığı psikolojik buhrana izleyiciyi buyur ediyor. İmaparatoriçenin kendi içinde yaşadığı sıkışıklık, bu sıkışıklığı da kocası ve çocuğundan çıkarması durumu iyi işleniyor aslında filmde. Ama bu buhran o kadar çok işlenmiş ve karakter üzerinde o kadar çok durmuş ki film, hikayedeki diğer karakterle yetişemiyor. Merak edilen boşlukların yeri dolmuyor ve fazla bilgi izleyiciye domine ediliyor. Ancak Vicky Krieps’in özellikle bakışları ve mimikleriyle beraber karakteriyle kurduğu bağ dikkat çekiyor. Elisabeth’in yaşadığı buhran, ama bu süreçte yeni gelişmeler üzerine yaşadıkları ve bir şeylere aç olması üzerine gösterdiği cesaret dikkat çekiciydi.
Ankara’da esen bir “Aydınlıkevler” havası….
Zenginlikte fakirlikte, düşlerde gerçeklerde, hastalıkta sağlıkta bir olmaya dair, geçmişe bir yolculuk yaptım geçenlerde… Demet Akbağ’lı “Aydınlıkevler” oyunundan söz ediyorum. Bir mahallenin Amerika’ya karşı mücadelesi, yoksulluğa karşı kendini ve hakkını savunmak ve en yüce duygu sevgiye selam… “Aydınlıkevler” yeni sezonunu, aslında kendi yuvası olan Ankara’da açtı ve sezonun ilk temsilini izleme şansı buldum. Sobalarda kızartılan kestaneler, soba üstüne konulan ve sonlasında soğuğa karşı ısınmak için konulan taşlar, mahalle dostlukları ve sıcacık bir aile masalına daldım adeta. Samimi, içten ve bir o kadar yüzümüzü gülümseten bir geçmişe özlem… Kimi zaman, çok severek izlediğim “Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?” oyunundaki o mahalleye de götüren bir havası vardı oyunun ve onu da hissetmek bende başka güzel hisler de uyandırdı.
Babaanne Zühre ve torunu Ayhan arasındaki babaanne-torun ilişkisi de çok güçlü ve samimi bir dile sahipti. Kimi zaman korumacı ama kimi zaman koruyamamak üzerine çatışmalı ama sevgi dolu bir ilişki, çok güçlü işlenmiş. Ve bu ilişkinin, evlere gelen topların kırdığı camlar ve bundan yılmış hale gelen mahallenin devrimci gençlerine katılarak bir mücadele içerisine girmesini izlemek de ayrı bir zevkti. Geçmişe yolculuk ve o geçmişe verilen selam bir harikaydı bence… Sahnede bir yıldız gibi devleşen Demet Akbağ’a en büyük alkışı göndermek gerek, uzun zaman sonra onu sahnede izlemek harikaydı. Akbağ’a eşlik eden Burak Dakak da zaten çok sevdiğimiz bir oyuncuydu, ama burada daha da güçlü bir performansla meşk ediyor kendine. Ressam ve aşık bir adam olan Süreyya “Gerçekler onlarınsa, düşler de bizimdir” diye haykırıyor oyunda ve düşlere daldığımız o anlarda o kadar kendimizi tatlı bir rüyada hissediyoruz ki… ve Sülün’e duyduğu aşk, kimi zaman karşılıksız ama bir o kadar da karşılıklı, büyülü ve kendi içinde hissettiklerini haykırdığı o vakitler çok tatlıydı. Bu noktada Salih Bademci’ye yeniden bir övgüde bulunmadan geçmemek gerek, her zamanki harikalığında... Ayrıca sanki iki farklı karaktere hayat veriyormuşçasına sahneden oradan oraya uçan Sinem Ünsal’ı da kutlamadan geçmemeli. İlk kez sahnede izlediğim Ünsal, bence sahneye daha başka yakışıyormuş ve büyüleyici bir performansını izlemek büyük bir keyifti. Oyunun parlayan bir yıldızı da bence Sevda Baş. Karakterine sıkı sıkıya bağı ve başarılı performansı göz ardı edilmemeli. Bir Ankara soğuğunda sıcacık bir mahalleyi izlemek için Aydınlıkevler’i kaçırmayın….
Bu mesele sadece Dünya’yla Benim Aramda…
Her Çarşamba DisneyPlus’ta heyecanla izlediğim “Dünya’yla Benim Aramda” sezonunu tamamladı. Her hafta ‘bu hikaye nasıl bitecek?’, ‘bu sırlar ortaya çıkacak mı?’, ‘verilen tepkiler ne olacak?’ ve ‘mutlu bir son mümkün mü?’ heyecanıyla izlediğim dizi, şaşırtıcı ve bir o kadar beni tatmin eden bir sonla sezonu kapattı. İlkin’in artık takıntılarından kurtulup kendi istediği hayatı yaşamaya başlaması, Tolga’nın pişmanlıklarını fark etmesi ama bunun için geç kalmış olması, Sinem’in artık bir şeyi oldurmaya çalışmak için çabalamayıp kendi yolunda akması ve Kenan’ın kendi ilkelerinden vazgeçmemesi… Hayat gibi aslında, bazen mutlu sonlar ya da öyle sandığımız sonlar olmaz hikayelerde. Masallar, bazen karakterin kendi mutlu sonunu yazdığı gibi şekillenmelidir. Bazen de dünyayla aramızdakilerle kendi mutluluğumuzu da bulabiliriz, he şekilde o mutluluk bizi bulur zaten…. Dizinin genel anlamda sanat yönetimi ve görüntü yönetimi bir harikaydı, bu noktada Deniz Göktürk Kobanbay ve Uğur Kul’u tebrik etmek gerek. Finale koyulan Mattiel’den ‘Count Your Blessings’ şarkısı da dilime dolandı şimdiden…
Demet Özdemir’in İlkin ile kurduğu bağ ve bunu oyuncuğuna yansıtma şekli çok güzeldi. Buğra Gülsoy’a, özellikle dizi setinde çıldırdığı anda yapılan makyaj aşırı etkileyiciydi. Gülsoy dizide uçtu adeta ve yer bırakmadı kimseye yanında…. Hafsanur Sancaktutan, bence geleceğin parlayan bir incisi ve sanki kutusundan çıkmaya hazır değerli bir taş gibi. Masumiyetinin yerini hırslarına bırakan ve güçlü bir kadın olma yoluna giren Sinem’i çok güzel canlandırdı Sancaktutan… Ve beklediğimizde değdi dediğimiz Metin Akdülger, bu kadar karizmatik bir karakterle karşımıza çıkarken neden bizi çatlattın be adam? Kenan’ı hikayesini izlemek büyük zevkti, keşke daha çok olsaydı… Ve Zerrin Tekindor’un diziye kattığı renk, kahkaha atmamızı sağlayan büyük bir artıydı kesinlikle. İbrahim Selim ile çift olmaları harika olmuş, bu ikilinin maceralarını izlemeyi çok isterdim. Bence İbrahim Selim mutlaka Zerrin Tekindor’u şov programına konuk edip bu iki karakterin geleceğini uzun süre konuşmalılar. Bir kez daha ‘Dünyayla Benim Aramda’ masalına davet ettiğiniz için tüm ekibe, binlerce kez teşekkür!