Sinemadan turistik keşfe bir Ayvalık tutkunu!
Bazı kentlerin büyüsü olduğuna inanırım. O büyü ilk orayı ziyaret ettiğinizde gelir sizi bulur. Ve dersiniz ki: “Ben buraya bir daha geleceğim!” Ve o dediğim büyü gerçekleşti. Geçtiğimiz yıl büyülenerek keyifli bir hafta geçirdiğim Ayvalık’a, yeniden ve bu kez deneyimlerimi de bavuluma ekleyerek gittim. Bu yıl ilk kez düzenlenen “Ayvalık Uluslararası Film Festivali” için birkaç gün geçirdiğim Ayvalık’ta, bambaşka keşifler de yapma şansı buldum. Keyifle konakladığım Lacivert Otel Ayvalık’ta geçirdiğim vakitler, festivalde edindiğim deneyimler, izlediğim filmler ve Ayvalık’ta keşfettiğim yeni mekanları sizler için bu yazıda bir araya getirdim.
Yeni bir festivale kavuştuk: Ayvalık Uluslararası Film Festivali
Gerçekleştirdiği festivallerdeki film seçkisine büyük saygı ve hayranlık duyduğum Azize Tan’ın direktörlüğünde yola çıkan “Ayvalık Uluslararası Film Festivali”nde üç gün geçirdim. Geçtiğimiz yıl da Ayvalık’ta büyülü bir sinema tutkusuna şahit olmuş ve çok keyifle bir takip gerçekleştirmiştim. İlk kez bu yıl düzenlenen festival, tüm kenti etkisi altına almıştı adeta. Şehrin her bir yani festival afişleri ve pankartlarıyla doluydu. İzleyiciler salonları doldurmaya ve filmleri büyük bir tutkuyla izlemeye devam etti. Ayvalık’ta bir yarışmanın olmaması heyecanını seviyorum. Tüm sinema sektörü harika kokteyllerde ve filmlerde bir araya geliyor, filmler gösteriliyor, insanlar tanışıyor ve tüm sektör keyifle bir çatı altına geliyor. Yönetmenler, oyuncular, yapımcılar ve sinema eleştirmenleri bu sene festivale daha da renk katmıştı. Festival kapsamında verilen tek ödül ise, Mey|Diageo’nun katkısıyla “Yeni Bir Yönetmen” oldu.
İstanbul Film Festivali’nde büyük bir keyifle izlediğim Ela ile Hilmi ve Ali filminin yönetmeni Ziya Demirel’in bu ödülü hak etmesine çok sevindim. Çünkü ilk filmiyle sinemada yenilikçi bir tat bırakan yönetmenlerin onurlandırılması çok önemli. Ülkemizde yarışma olmadan ve sadece sektörün filmleri izleyip bir arada sinema konuştuğu butik festivallere ihtiyaç var. Ayvalık’ta bu tatlı ortam gerçekten çok güzel bir şekilde sağlanıyor. Bir çok festivalde Ela ile Hilmi ve Ali filmindeki performansıyla ödül alan arkadaşım Ece Yüksel’i de kutlamak, Ayvalık’ta kısmet oldu.
Festivalde yalnızca üç film izleyebildim. İzlediğim bu üç film de festivalin Açıkhava film gösterim alanı Ayvalık Amfitiyatro’daydı. Geçtiğimiz yıl da bu alanda filmler izlemiştim ve çok keyif almıştım. Film izlerken, arada gözleri biraz yıldızlara kaydırmak ve filmleri yıldızlar altında izlemek harika bir şey bence. Sektörde Dardenne kardeşler olarak bilinen Jean-Pierre Dardenne ve Luc Dardenne’in yeni filmleri "Tori ve Lokita” izlediğim ilk film oldu. Göçmenliğin başka bir ülkede yaşattığı zorluk ve bir hayat mücadelesi anlatan film, 10’lu yaşşarda olan Lokita ve Tori adlı iki çocuğa odaklanıyor. Zor zamanda arkadaş olmak ve çaresizliğin getirdiği durumlara karşı birlik olmak adına naif bir film olmuş. Irkçılık ve göçmenlik üzerinden ciddi bir sistem eleştirisi yapan film, daha küçük yaşta hayatın acımasızlıklarına karşı dik durma umudu ve mesajı veriyor. Filmin anlatım dili aslında yaşanan sert olaylara nazaran, abla-kardeş ilişkisindeki naiflikle ilerleyen bir süreçle anlatılırmış. Başrol oyuncuları Pablo Schils ve Joely Mbundu’nun umut besleyici performansları filme ayrı bir artı daha katıyor. Mekan tasarımları ve görüntü yönetimi de oldukça başarılı.
Charlotte Wells’in yönettiği ve sinemaseverlerin merakla beklediği filmlerden bir tanesi olan “Aftersun” yani “Güneş Sonrası” da bir sonraki filmim oldu. Bu kez partnerlerin ayrılması nedeniyle hikayeleri yarım kalmış bir baba-kız hikayesine odaklandığımız filmde, babasıyla çıktığı tatili hatırlayan Sophie’nin gözünden bir hikayeye dalıyoruz. Aslında bir baba ile kızının arasındaki iletişimin kopukluğu, gören bir çok kişinin ab-kız kardeş sanmaları ve bu tatilde Sophie’nin babasına bağımlı gelmeye başladığını fark etmesine varan süreçler üzerine bir anlatım söz konusu. Filmin aslında merakla, heyecanla ve hikayesine odaklandığımı hissederek izlemeye başladım. Özellikle hikayenin Türkiye’de geçiyor olması ama yabancı dilde konuşan kişilerin olması fikri de bir ilginç ve farklı bir tok yakalama hissini hissettirdi. Ama teknik açıdan amatör bir his vardı film boyunca ve bu his yüzünden filme negatif bakmaya başladım. Aslında kahkaha attıran ve hikayesini güzel sezdiren yanları bardır filmin Özellikle Frankie Corio’nun performansına hayran bile kaldım. Ama o kötü his filmden uzaklaşmama ve beğenimi düşürmeme neden oldu. Filmdeki en büyük artımı Frankie Corio için verdiğimi söyleyebilirim.
Festivalde izlediğim son film ise, Japon yapımı “Bebek Servisi” yani “Broker” oldu. Bir önceki filmi “Arakçılar” ile zihin haritalarımızda muazzam bir film bırakan Kore-Eda Hirokazu’nun yönettiği film, doğurdukları çocukları bakamayacakları için bir kutuya bırakan ve bu kutudaki bebekleri bulup başka ailelere satan iki simsar adama odaklanıyor. Müzikleri ve görüntü yönetimiyle adeta masalsı bir rüyaya daldıran film, heyecan ve absürtlük solu senaryosuyla da merak uyandırıyor. Kiliselerdeki bebek kutuları hikayesi üzerinden bebek satıcılığı konusunu anlatan filmdeki en sevdiği detay, bebeği doğuran annenin bebeğinin peşine düşmüş olması ama pişmanlıktan değil de bebeğin satışından alacağı payla beraber ekibe katılma heyecanı oldu. Parazit filmindeki performansına hayranlık duyduğum Song Kang-ho’nun da başarılı performansa imza attığı filmdeki yıldız ise, Lee Joo-young oluyor. Mutlaka denk gelince keyifle izleyebileceğiniz türden bir yapım.
İkinci kez ve bu kez bilerek, notlara hareket ederek Ayvalı keşfi…
Yeniden keşfetmenin heyecanıyla Ayvalık’ta, festival bir yandan şehri de gezmeye devam ettim. İlk durağım, festivalin kokteyl verdiği OnBeş oldu. Kendi üretimleri olan pizza ve şaraplarla harika bir zaman geçirdim. Ardından tavsiye üzerine kahve, dondurma ve çikolataya doyacağım şahane bir mekan öğrendim: “Ayvalıkzade”! Yalnız sadece tatlı keşfi yok burada, tarihsel bir yolculuğa da çıkacağınızın garantisini verebilirim. Mekan işletmecisi Serkan Aziz Ceylan’ın anlatımıyla; kahvenin ülkemizdeki hikayesiyle beraber, kokusunda büyülendiğim bir kahve ve çikolatalarla müthiş bir deneyim yaşadım. Ayvalık’ta mutlaka uğramanız, lezzetlerini tatmanız ve hikayesine kapılıp gitmeniz gereken bir yer Ayvalıkzade…
Mis gibi tarihi arka sokakları, renkli dükkanları ve Pazar gününde denk geldiğim cıvıl cıvıl pazarıyla yine çiçek gibi olduğum Ayvalık, bana hakikaten çok iyi geldi. Ayvalık Ayazmasına iki kez uğradım hu sefer ve ‘Sadece yüzünü değil, günahlarını yıka’ çeşmesinde iki kez yüzümü yıkadım…. Gün batımıyla meşhur Şeytan Sofrası’na bu kez gitmeyi, gidişimin son iki saati içerisinde başardım. Tüm Ayvalık’a hakim harika manzarasına mest oldum… Ve tabi ki Cunda Adası’na gitmeden olur mu? Bu kez Cunda’ya tekne ile gidiş olduğunu öğrenmemle beraber, atladım tekneye ve yola çıktım. Harika bir deniz havasının ardından, bu kez Cunda’da daha önce gittiğim yerlere ve uğrayamadığım köşelere bakmaya başladım. Önceliğim, daha önceki gittiğimde kapalı olan “Rahmi Koç Müzesi” oldu. Ankara’da didik didik ettiğim müzenin Cunda’da bulunan versiyonuna da hayran kaldım. Müze müdürü Melis Diker’in anlatımıyla beraber gezdğim müzenin, aslında harabe haline gelmiş Anakent (Metropol) Kilisesi’nin restore edilmesiyle beraber üzerine kurulmuş olduğunu öğrendim. Kilisenin birçok kısmının korunduğunu da görebileceğiniz müzede; teknede oyuncaklardan buharlı modellere, fotoğraf malzemelerinden bebek malzemelerine kadar birçok endüstriyel koleksiyon mevcut.
Ardından Cunda’nın en tepesindeki iki yel değirmenine de gitmeden olmazdı. Bir yel değirmeni Rahmi Koç Kütüphanesi olarak kullanılırken, bir diğeri de fotoğraf çekimleri için kullanılıyor. Ve yeni açılan Bekir Coşkun Halk Kütüphanesi’ni de görmeden geçmek olmazdı… Cunda’da mutlaka yemeniz gereken şey ise Lor kurabiyesi.. Ardından şarap evinde bir kadeh de şarap. Akşama kalırsanız bir rakı-balık-Ayvalı efsanesini de yapabilirsiniz. Beni bunu iki kez Ayvalık merkezde yaptım. Birincisi Tik Mustafa’nın Yeri’ndei harika bir canlı müzik ve muhteşem ötesi mezelerle dostlarımla eğlendim. İkincisi ise, Deniz Yıldızı Restoran’da festival katılımcılarıyla beraber hem sohbet hem rakı-balık-Ayvalık keyfini çıkardım.
Ve gelelim Ayvalık’ta konakladığım yere… Minimal ve şirin yapısıyla beraber mavi tonlarını kullanan eşsiz bir mekan “Lacivert Otel” deydim. Tertemiz odaları, isteye göre tek ya da iki kişilik oda tarzları veya çocuğunuzla beraber gelecekseniz çocuklu aile yapısıyla harika konseptleri mevcut. Otel işletmecisi Seçil Ul ve ekibi, beni evimdeymiş gibi hissettirip çok mutlu olmamı sağladı. Yemyeşil doğa içerisindeki konumu, yürüme mesafesindeki deniz manzarası ve denize girme seçeneği ve zengin mutfağıyla bence harika bir yer seçmişim dedim kendime. Kahvaltı servisi, dolu dolu tabaklarla size yapılırken, ayrıca çay ya da kahve ile beraber keyifli bir güne başlıyorsunuz otelde. Kahvaltı servisi, yalnızca otelde kalanlar için değil, dışarıdan gelenler için de mevcut. Bence burada bir kahvaltı fırsatı asla kaçmaz. Akşam yemekleri için ayrıca çeşitler de var tabi ki, laf aramızda bir tabak mantı yemeden otelden çıkmamanızı öneririm. Yaz mevsiminin son günlerinde bir fırsat yaratıp, Ayvalık’ta nefes almaya ve Lacivert Otel'de keyifli vakit geçirmeye davet ediyorum sizleri.