Nomadland. Büyük evlerde yaşayan, dünyası küçük insanların değil, küçücük bir yaşam alanı olan dünya insanlarının filmi. Amacı ve varsa nihai mutluluğu aramayı anlatıyor. Yalnızlığı, seçimi, hatırlamayı anlatıyor. Çölü, yolu, boşluğu anlatıyor. Anlatırken izleyiciye naturel bir fon koyuyor. Çoğu zaman sarı, gri, kimi zaman yeşil, mavi. Daha ilk notasından Ludovico Einaudi imzasını atıyor. Fona başka bakıyorsun büyülü besteleriyle. Oldukça durağan, hiçbir acelesi olmayan bir film Nomadland. Derdi olan ama bunu seyirciye anlatışı bile bilge bir adamın ritminde. Kapitalizmi yerden yere vurma yoluna girmemiş, insanın kendi içindeki yol hikayesinin altını çizmiş.
Ekonomik küçülme sonucu işini, eşini, evini hatta oturduğu muhiti bile kaybeden bir kadının hikayesi. Fern karakteri öyle güçlü ki. Pasaklı bir vanı var. Tüm varlığı bundan ibaret. Yarı zamanlı ve dönemsel işlerde çalışarak geçimini sağlıyor. Kökleşmiş bir yanı yok gibi duruyor çünkü göçebe hayatı seçmiş, evlilik dahil film boyunca üç kez ona altında tekerlek olmayan bir yaşam sunuluyor ama o Öncü adı verdiği vanıyla çöl tozu yutmaya devam ediyor. Ağaçlara sarılıyor, taşların ruhunu anlamaya çalışıyor, derelerde çırılçıplak yüzüyor. Filmin lokomotif karakteri Fern seçtiği hayatta birçok insanla, insani ilişkilere giriyor ama o bağımsızlığı ve yalnızlığı tercih ediyor. İçinde bir zaman bir yerde kopan birşey var. Hala tuttuğu bir yas. Çıkarmadığı yüzüğü var. Fern babasının ona söylediği cümleyi kuruyor. Hatırlanan hayatta kalır. Galiba hayatımın çoğunu sadece hatırlayarak geçirdim. Kitap uyarlaması olan filmin içerdiği belgeselvari durum ise gerçekten iki göçebe oyuncu olmayan karaktere yer vermesi.
Bizim coğrafyamız Nuri Bilge Ceylanlar barındırdığından, Doğu ve Kuzey Avrupa sinemasına olan aşinalığımızdan dolayı film bünyemizde olağanüstü düşündürücü bir iz bırakmıyor ama klasik Amerikan sinema izleyicisinde yeni yeni bu dalga karşılığını buluyor. Ondandır ki film, bu sene Oscar ödül töreninde altı dalda yarışacak. Şimdiden en önemli dalların favorisi. Golden Globe’dan iki, Bafta’dan dört ödülle çıktı. 25 Nisan’da de ellerinde üç platin heykelcik olacak tahminimce. Frances Mcdormand, 63 yaşında, nevi şahsına münhasır bir oyuncu. Şimdiye kadar Tony dahil sayısız başarıya imza atmış hemde öyle onlarca performansla değil. Ne yaptıysa olmuş. Eğer bu sene en iyi kadın oyuncu ödülü gelirse altı adaylığının yarısını kazanmış biri olacak, üstelik en iyi film ödülü de gelirse hem yapımcı, hem oyuncu olarak ödül alarak nadir bir durum yaratacak. Benim tahmimin bu yönde değil ama yine de akademinin bazı yıllar şaşırttığı oluyor. Göreceğiz.
Gelelim Chloé Zhao’ya. 39 yaşındaki, Çinli yönetmen. Dört kısa sonrası, çektiğin üçüncü filminle, üstelik sadece yönetmiyor, yazıyor, yapıyor ve kurguluyorsun, gelip hem Bafta, hem Globe, hem Oscar alamazsın. Şaka bir yana Zhao en iyi yönetmen Oscar’ını da evine götürüp, hat trick yapacaktır. Kariyerine Disney için yeni çekilecek olan Marvel filmi Eternals ile devam etme kararı da almış. The Rider ve Nomadland’den sonra bir fantastik filmde bakalım nasıl bir patron göreceğiz.
Nomadland izlediğinize pişman olmayacağınız, size dinlendirecek, yormayacak keyifle içinizden sorular soracağınız, ahenkli bir film. Duyguların, tercihlerin, yolun neden, nereye gideceğinin sadece insanın kararı olduğu veren, cesurlara ait bir film. Ev dediğin nedir? Her ev yuva mıdır? Yuva amaç mıdır? Belki de doğmak ve ölmek arası yolun ta kendisidir. Yolcular için elveda yoktur, kesişilebilecek yollar da yeniden görüşmek vardır.