Tinseltown’un Altın Çağı’na bir eleştiri
Hollywood... O şaşaalı, renkli ve ışıl ışıl dünya... İzleyiciyi ayrı, şöhret basamaklarını tırmanmak isteyen oyuncu adaylarını ayrı, yönetmenleri, senaristleri, kameranın ardındaki görünmez emekçileri ayrı ayrı peşine takan o büyülü atmosfer... Bazılarının hayali... Bazısının düştüğü batak... Marilyn Monroe için öpücüğünüze iki milyon dolar, ruhunuza ise iki dolar veren yer. Çoğu insan için klişe. Kimi için uğruna her şeyin göze alınabileceği arzu nesnesi. Bana göre sinemadan bağımsız "Hollywood", muhteşem bir Nick Cave şarkısı. Birileri için kepazeliklerini, ikiyüzlülüklerini, paraya tapışlarını, devrimci bayraklar sallayarak gizlemeye çalışan bir Amerikan Sodom’u. Çokları için hayal kırıklığı ve ölüme götüren yol.
John Bowers'ın uğruna okyanusa dalıp kaybolduğu, James Murray'in East River'a atladığı, George Hill'in av tüfeğiyle kafasını uçurduğu, Lou Tellegen'ın gazeteden kestiği kendisiyle ilgili haberlerin üzerinde, makasla bağırsaklarını deştiği, Milton Silis'in limuzinini Sunset Bulvarı'ndaki Ölü Adam Virajına doğru sürdüğü, Gowili Andre'nin dergilerde çıkan fotoğraflarının üzerinde kendini yaktığı ve güzel Peg Entwistle'nin Hollywood tabelasına tırmanıp kendini H harfinden aşağıya attığı dünya...
Ryan Murpyh'nin Netflix'te yerini alan Hollywood'u ise kendi tanımıyla; Tinseltown’un Altın Çağı’na bir aşk mektubu.
Murpyh ve Ian Brennan imzalı mini dizi, 2. Dünya Savaşı sonrasında Peg Entwistle'nin intiharından ilham alan bir grup sinemacının hayallerini gerçekleştirmek uğruna verdikleri mücadeleyi konu ediyor. Gerçek isimlerle kurguyu harmanlayan dizi, parlak Hollywood makyajının altındaki kokuşmuş çirkinlikleri akıcı bir dille aktarıyor bize. Renkleri, dekorları, kostümleri, dönemin ambiyansı ve düşmeyen temposu konudan bağımsız olarak izleyeni avucuna alıyor. Eğer homofobik değilseniz diziyi yarım bırakmanız imkansız.
Savaş gazisi olan ve bir ihtimal figüranlık kapabilmek için her gün stüdyo kapısında şansını deneyen Jack Castello’yı (David Corenswet) odağına alarak başlıyor Hollywood. Ve baştan sona "şöhrete giden yol yönetmenin yatağından geçer" söylemini doğrularcasına, cinsellik ve rol kapmanın arasındaki bağı gözler önüne seriyor. Üstelik bunun için sadece yönetmenin yatağı da yeterli değil.
Jack, ailesini geçindirmek için, kendisi de benzer yollardan geçip hayallerine kavuşamayınca, zenginlere hizmet veren benzinci adı altında bir genelev işleten Ernie’nin yanında seks işçiliği yapmaya başlıyor. Dizide sürekli olarak "hayallerine kavuşmak için her şeyi yapmalısın"ın altı kalın çizgilerle çizilirken, izleyici olarak zaman zaman "yok artık" demekten kendimizi alamıyoruz...
Bedenini kullanarak hayallerine yaklaşan tek kişi Jack değil. Hikayenin devamında bir araya gelecek ve Hollywood'da kendini gösterme şansı yakalayacak olan bütün karakterlerin bu yolculukları tamamen "bedenini satmak" üzerinden ilerliyor. Hollywood'un arka bahçesinde izleyicinin gördüğü şey, yeteneğin hiçbir şey ifade etmediği. Sektörde var olmanın belli ve yıllarca herkes tarafından kanıksanmış kuralları olduğu ve bu kuralların yetenekle yakından uzaktan ilgisi olmadığı. Hollywood'a giden yolun tamamen seks üzerinden geçtiği ve Hollywood'un temelinin queer bir oluşum olduğu...
Öyle ki, dolaylı bir anlatıma ihtiyaç duyulmayan dizinin odağına, ahlaki değerleri olmayan menajerlerin ve yapımcıların parmağında oynattığı hevesli gençler ve ırkçılık, seksizm, homofobi gibi sorunlar oturuyor. Sorunları ele alan dramatize edilmiş tiyatral sahneler nadir de olsa zaman zaman itici bir noktaya ulaşıyor.
Eşcinsel bir siyah olan senarist Archie (Jeremy Pope), Filipin kökenli yönetmen adayı Raymond (Darren Criss) onun figüranlık yapan siyah kız arkadaşı Camille (Laura Harrier) ve Jack'i bir araya getiren, Peg Entwistle’ın hayatını konu alan "Peg" isimli filmken, Camille’in deneme çekimlerinde gösterdiği başarı, çekilecek filmin, siyah bir oyuncunun Entwistle’i oynayamayacak olması nedeniyle Meg’e dönüştürülüyor.
Başrol seçimi yüzünden hem toplumsal hem de maddi bir risk oluşturan proje, yine siyah olduğu için ismi filmde geçemeyecek olan senarist Archie’nin -üstelik de gay- kendi adıyla var olacağı bir meydan okumaya doğru evriliyor.
Bu cesaretli adımın startını veren kişi ise Ace Studios’un sahibi Ace Amberg’ün (Rob Rainer) eşi Avis Amberg (Patti Lu Pone). Böylelikle homofobi, ırkçılık, cinsel ayrımcılık derken bir de "kadın eli değerse her yerde güller açar" tavrı da dahil oluyor mix'e...
Normalde kötü ve üzücü bir sonla bitmesi gereken film Peg, şans bu ya Ace Studios’un sahibi Ace Amberg rahatsızlanınca Meg'e dönüştürülüyor ve dünya bilmem kaç saniye güzelleşiyor... Dizi de klasik Hollywood filmleri gibi herkesin istediğini aldığı, çiftlerin kavuştuğu, iyiliğin, güzelliğin kazandığı bir sona evriliyor... Meg filmi, Hollywood'u büyülemişcesine iyileştirici bir etki gösteriyor. Şaşırtıcı bir şekilde, sayısız ilkler yaşanıyor... Filmin şahaneliği nasıl oluyorsa yılların kök salmış inanışlarını ve bakış açılarını pıt diye sihirli bir değnek değmişcesine değiştiriveriyor. Tıpkı masalsı bir mucize tadında. Neşeli bir Yeşilçam filmi gibi... Tek bir film öylece yetiyor her şeyin tersine dönmesine.
Ancak devrim niteliğinde bir işe imza atılıyorken, dizide durmadan tekrarlandığı gibi, Hollywood hikayesini alıp baştan yazmaksa amaç, gönül istiyor ki gerçek bir mücadele üzerine kurulsun başarı, bir halk mücadelesi gibi örneğin. Kilodunu indirip indirmeyeceğine dair bir mücadele değil, patronun hastalanması gibi eline tepeden düşmüş bir fırsatı değerlendirdiğin bir sözde devrim değil... Gelin görün ki Murpyh ve Brennan alternatif tarihi bu, benim değil.
Kadro, sinematografi, kostümler, oyunculuklar - Jeremy Pope'u zaman zaman fazla tiyatral bulsam da- hepsi şahane... Müzikler tatlı, bölümler akıcı...
İzlenir mi?
Tabii ki deli misin, sırf 'intro'su için bile izlenir.