Abim kramponlarındaki kaskatı kesilmiş toprak parçalarını tornavidayla temizledi. 8 numaralı yırtık yeşil formasının ağırlığıyla kapıyı açıp koridora çıktı. Hafif bir koşu temposunda ödünç aldığı tornavidayı büfeci Serdar abiye vermeye gitti. Soyunma odasının plastik kapısı soğuk rüzgardan titrerken ben abimi düşündüm. Aldığı şeyleri hep geri verir abim. Verdiği sözleri tutmayı sever. Bana da söz vermişti. Seni bizim takımla idmana çıkaracağım demişti. O gün, bugün. Abim gidince soyunma odasında takımla yalnız kaldım bir an. Bu tarz ortamlarda tanıdığım birileri gidince hep yalnız hissederim kendimi. Gerçi sıklıkla abimin idmanlarını izlemeye gittiğim için tanırlardı beni ama varoluşumdan gelen bir misafir hissiyatı işte. Hem amatör futbol takımlarının soyunma odalarında ziyaretçi eksik olmaz. Herhangi bir protokol olmaksızın kendinizi muzaffer bir takımın parçası olarak hissedebilirsiniz. Birbirine inanmış hayalperest bir grup insanın her haline tanık olmak paha biçilemez. Mesela takım galip gelirse mahallenin esnafının gönderdiği geçen haftadan kalma bol şerbetli baklava soyunma odasında infial yaratır. Tüketim tarihi geçmiş baklava birkaç üstsüz oyuncunun bedenlerine damlayarak takımın daha fazla kenetlenmesi adına yapıştırıcı görevi bile görür. Ayrıca takımın ödülleri sadece tatlı da olmaz, geçen sene sezonu şampiyonlukla bitirince Seyit Pide ve Lahmacun’un aile salonu kapatılmış, her futbolcuya en acılısından iki lahmacun ve bir ayran hakkı bahşedilmişti. Hatta bu sınırlı menüye rağmen 6 tane yiyen santrafor Yavuz’un hesabını gören taksi durağı sahibi takımın büyük başkanı “Bizim kaleci Özgüzelderespor maçında bu kadar gol yemedi Yavuz” diyerek hafif toplu ama umut dolu bir suratı olan kaleci Hüsnü abiye 9-1’lik hezimeti hatırlatarak rencide etmişti. Buna rağmen şampiyonluk coşkusu sönmemiş, mahallenin kahvesinde başkan ve kaleci Hüsnü abi kol kola şarkılar söylemişti.
Abim takımın hocasıyla soyunma odasına geri döndü. Bir dönem profesyonel futbol oynamış ve ‘R’ harfi ile birbirlerini takipten çıkarmış Fuat Hoca “Sol ayaklı demek, çift kale maçta deneyelim Onuv” dedi ve uzaklaştı. Köşede sessizce duran yorgun gözlü malzemeci Sait abi “Haydi bakalım Ozan” dercesine kafasını yukarı aşağı salladı. Sahaya doğru öfkeli bir yağmur eşliğinde yürüyorum abimle. Denizin hemen kenarında Sütlüce’de olan bu futbol tesisi, üzerinde gün boyu kimi zaman kişisel, kimi zaman kolektif zaferler için mücadele etmiş kramponlardan bıkmış ve yağmurun şiddeti ile yer yer küçük göletlerle dolu bir bataklığa dönüşmüştü. Halı sahada yeteneğimi test etmiştim ama büyük sahada ne yapacağımı merak ediyordum. Futbolla ilgili bildiğim her şeyi öğrendiğim abim benimle saha ortasına kadar sessizce yürüyüp saniyeler içinde sırılsıklam olmuş saçlarını geriye doğru tarayıp gözlerime bakmadan;
- Sol bek oynatacak seni, ama ileri çıkmanı isteyecek sürekli. Orta yapman lazım bol bol. Top çok ağır olacak unutma! Denge ayağını yere iyi bas. Bütün gücünle sık!
‘Sık’ futbol terminolojisinde var olan bir terim. Vur anlamına geliyor. Abim benimle futbol dilinden konuştuğu için kendimi yetişkin hissetsem de, havanın ve zeminin müsait olmayışı ve topun ağırlığı çocuk bedenimi endişelendiriyor.
- Unutma senin arzunu görmek istiyor, ne kadar umursadığını görmek istiyor.
- Fuat Hoca mı?
- Hayır. Futbolun kendisi…
Futbol bir birey mi? Duyguları mı var? Gelişmekte olan aklım karışıyor. Oynayacağım tarafa bakıyorum ürkekçe. İlerisi adeta göller bölgesi. Hatta “Bu gölde bir canavar var” efsanesi ile parlatılıp turizm başkenti olabilecek ve büfeci Serdar abiye kredi borcunu kapattıracak potansiyelde. Gitmeden gözlerime bakıp omzuma tıpkı babamın yaptığı gibi pat pat vurarak kendimi iyi hissettiriyor. Tam yanımdan gidecekken;
- Röveşata gol atacak mısın abi?
- Sen ortalarsan atarım..
Yanlış anladı abim, ben ona orta yaparım demek istememiştim. Hay Allah. Sahanın sol tarafına doğru güvensiz adımlarla ilerliyorum. Aklımda ileride oluşmuş göl ve onun içinde var olabilecek kadim canavarla ilgili endişeler. Yelekler dağıtılıyor. Abimin kaptanı olduğu turuncu takımdayım. Bu sırada takımın hocası Fuat, yeşil yelek giymiş çocuksu bir neşeyle “Duvun ben de oynayacağım, kvamponlavımı bağlayayım bekleyin” diyerek yeşil takımda yerini alıyor. Yeşil takımın oyuncuları hocalarına sempatik gülüşler atsa da oynamasından memnun değiller. Belli ki çok şahsi oynuyor Fuat hocanın 38 numara ayakları. Yedek forvet Metin ıslak dudaklarıyla boynuna astığı düdüğü öttürüyor. Tesisin üç futbol topundan en şişkin ve gün boyunca en çok tekmelenmiş olanı başlıyor dönmeye. Saniyeler içinde çoğu yeteneksiz olan futbolcu ağabeylerim yüzünden top benim göller bölgesine doğru yapayalnız sürükleniyor. Road Runner gibi basıyorum gaza, abim anlıyor topa yetişeceğimi, ben de onun ön direğe yaptığı Ethan Hunt koşusunu görüyorum. Top ağır ağır önüme yuvarlanırken bildiğim duaları yüksek perdeden okuyarak düşmana vurur gibi vuruyorum topa. Top ceza sahasına doğru kanatlanırken abimin röveşataya hazırlandığını fark ediyorum, gözlerim yağmura rağmen parlıyor ve tam o esnada rakip takımın sağ beki Coşkun veriyor coşkuyu. Ani bir dalışla kesiyor ayaklarımı yerden. Tom ve Jerry’nin ‘Heavenly Puss’ bölümündeki gibi ruhum yükseliyor Sütlüce semalarına. Ama etrafta ne William Hanna, ne Joseph Barbara…
Son hatırladığım buydu. Gözlerimi soyunma odasında açmıştım maç bittiğinde. Korktuğum başıma gelmiş sahanın içinde oluşan göllerden birinde yaşadığını tahmin ettiğim canavar Coşkun’un yardımı ile beni suyun derinliklerine çekmiş. Bayılmışım. Ustaca rezil olmuşum o vahşi darbeden sonra. Uyandığımda duşu olmayan soyunma odasında kahverengi adamlar giyinmekteydi. Çamur kaplı saçlarını yine de tarayıp duşların olmayışına ve tesisin diğer imkansızlıklarına karşı pozitif bir duruş sergiliyorlardı. Kanayan dizime bilinçsizce bırakılmış pamuk taş kesilmişti. Malzemeci Sait abi yelekleri toplamadan önce ağır ağır sigarasını yudumluyordu bir köşede. Hiç kimseyle diyaloğa girmiyordu nedense. Takım tek tek odayı terk ederken Özgüzelderespor hezimetinin başrolü Hüsnü, Coşkun’un bilincim kapalı iken dilediği özrü iletti. Abim ve birkaç topçu, hocayla koridorda konunun ben olmadığı çok belli bir sohbet içindeydi. Sigara dumanı, Sait abi ve benden daha çok efor sarf etmiş renkli yelekler baş başa kalmıştık. Sait abi elektrikli kaloriferin üzerine astığı paltoyu almak için sessizce ayaklandı bir Çehov karakteriymişçesine. Çökük yanakları ile Sütlüce’de bir futbol tesisinde malzemeci olamayacak kadar hassas birine benziyordu. Belki şartlar başka türlü olsaydı, olmazdı ama olsaydı Moskova’da belediye binasında çalışan hassas memur İvan Dimitriç Çerviakov’un en iyi arkadaşı olabilirdi. Belki bu iki benzer ruh birbirlerine destek olurdu ve memur Çerviakov derin bir hüzünle uzandığı kanepede yalnız başına can vermezdi.
Paltosunu giyip yanıma oturdu Sait abi. Dizimdeki pamuğu usulca alıp çöpe doğru bir rota belirledi kendine. “İzi kalır bu yaranın” dedi. Ruhumda açılan yaradan mı yoksa dizimde açılan yaradan mı bahsediyordu bilmiyordum. Ama devam etti.
- Bir zamanlar ben de futbolcu olmayı çok istemiştim. Bu tesis yoktu ben seçmelere girdiğimde. Hocalar yapamayacağımı söylemişti. Denedim. Başka takım, başka hocalar ama aynı hayal kırıklığı. Futbol beni istemedi sahanın içinde. Başka işler yaptım ama her yaz asıl aşkım futbola döndüm karşılık beklemeden. Top topladım, malzemeci oldum, düşen çocuklara yara bandı koşturdum. Hayalim yeşil çimlerdi ama bu toprak sahanın kenarına razı oldum. Benim için futbol her şey ve her zaman evlat. Sahada olmam da gerekmez. Öyle ya da böyle kabul ettirdim kendimi. Ama sen öyle biri değilsin görüyorum. Futbol sana göre değil. Onun için dert etme. Benim gibiler için ‘ölene kadar futbol’ hatta öldükten sonra bile. Başka türlüsü mümkünsüz.
Aklıma gelen bu çocukluk hikayemle Netflix’te ilk sezonu bitirdim ‘Ölene Kadar Sunderland’ belgeselinin. İzlerken elimi genç hücrelerimin tamir etmek için yoğun bir şekilde uğraştığı yıllar önce açılan yaramın üzerine koymuşum istemsizce. Yara hala dizimde. Bu hikayeyi hatırlamışken öykünün en iyi yardımcı erkeğini aramamak olmaz. Alo abi?
- 12 Maymun oynuyor onun için mi aradın?
Bitmeyen bir sevgisi var bu filme karşı abimin. Anlayamıyorum. Ben de severim Terry Gilliam’ın tekinsiz dünyası ve genç Brad Pitt’in dağınık performansını ama sürekli izlemem. Sürekli açacağım bir Brad Pitt filmim yok sanırım. Belki Inarritu’nun Babil’i. Bence en iyi performanslarından biri o filmde. Neyse Truva’daki vücudunu hatırlamadan kapatalım Brad konusunu. Yoksa Dövüş Kulübü’ndeki vücudu mu? Al işte zihnimi esir aldı Brad Pitt ve abdominal kasları. Bir Zamanlar Hollywood‘da da taş gibiydi bu adam. Neyse ki Jennifer Aniston’a attığı kazığı unutmuyorum. İki nefes egzersizi ile Brad Pitt’i zihnimden kovalıyorum. Abi, dinle bak ne anlatacağım;
- Netflix’te bir spor belgeseli var. Tam senlik! Adı Sunderland ‘Till Die. 2018 yapımı. Sezona şampiyonluk hedefiyle başlayan Sunderland takımının hikayesi. 40’ar dakikalık belgesel Sunderland takımının işleyişini, taraftarıyla olan ilişkisini irdelerken takımın üst lig mücadelesini de anlatıyor. Taraftar bir takımı neden sever, bir takımın şehir için önemi nedir, aidiyet duygusu ve daha fazlası. Bunların hepsine şahit olabiliyoruz. Endüstriyel futbol denen kavramın futbola getirdiği kadar götürdüklerinin de olduğunu görmek için son derece önemli bir belgesel. Amatör ruhların hala bu işin içinde olduğu, paranın bir takımı kurtarmak için tek etken olamayacağının hikayesi. Özellikle yaşadığımız futbol ikliminde herkesin izlemesi şart. Yeni sezonunu da gelmiş onu da izleyeceğim. Besin zinciri gibi bir sıralamayla görüyorsun futbolun etkenlerini. Taraftarlarla başkanın düzenli yaptıkları toplantılar, aralarındaki medeni diyaloglar bir taraftar olarak beni imrendirdi. Bunu görmek müthiş. Küçük bölüm konularını bir dramaya çevirmiş sanki belgesel. Arka arkaya izleniyor. Ayrıca teknik açıdan tempolu ve anlaşılır bir kurgusu var. Kaliteli görüntüleri, tertemiz bir ses miksajı ile sarıp sarmalamışlar. Her anı hissediyoruz izlerken. Futbolun ruhu adeta ete kemiğe bürünüyor bu anlatımla. Bir grup insanın hayali, düşük bütçeli bir takımın yolculuğu. Senin oynadığın amatör takımın hikayesine benzer çok an var. Dil, kültür, takım bütçeleri farklı olsa da izleyiciye verdiği duygular, tutkular küçük bir mahalle takımından farksız. Sen kesinlikle çok seversin izlemen lazım abi!
Dinlerken yediği Halley’i bitirip paketi gıcırdatan ve artık sadece hayatta röveşata atma derdinde olan abim futbola mesafeli. Söylediklerimi sakince dinleyip, derin bir nefesten sonra.
- Olur bakarım.
- Ya bana bak, bi de sizin malzemeci geldi aklıma.
- Hangisi?
- Şey işte Sait abi?
- Sait abi kim?
- Sütlüce’deki takımda hani vardı. Yorgun, yanakları falan çökük.
- Bizim başkanın yeğeniydi malzemeci.
- Nasıl ya, emin misin?
- Sait diye biri yoktu oğlum. Zaten sonra kapandı o saha.
- Nasıl kapandı?
- Bilmiyorum saçma sapan söylentiler çıkmış. Yatır var dediler, canavar var dediler. Kapandı gitti tesis.
- Canavar mı?
- Hee küçük çocuklara görünen bir amca varmış. Saçmalık işte.
- ...
- Alo. Ozi? Alo..?