Ayağımda mavi galoşlar var. Terapistin kapısının önünde bekliyoruz. Randevumuzu kalabalık olmasın diye saat 11’e aldık. Annemin kedisi Nazlı’yı terapiye getirdim. Kendisi sepetinde sırasının gelmesini bekliyor. Son zamanlarda fazla gergin olduğunu düşünüyoruz. Küresel kaygı seviyesinin artışından tüylü dostumuz Nazlı da nasibini almış olabilir. Daha az uyuyor, Trump’ın açıklamalarını izlerken arka balkonumuza konan güvercinlere söylendiği gibi söyleniyor. Dr. Fauci’ye demokrat küfürler savuruyor. Dünya Sağlık Örgütü’ne tıslıyor. Sağı solu belli olmuyor artık. Gözü sürekli kapıda. Ayrıca Nazlı geçen sene intihar girişiminde bulunmuş bir profil. 5. kattan kendisini asfalt zemine bırakarak annemin hayatı boyunca birkaç kez ciddi biçimde hoplayan yüreğini tekrar hoplatmış, antidepresan kullanan babamı bile karanlık bir sessizliğe itmişti. Ameliyatı boyunca evin içinde dualar yükselmiş acele bacılara adak adanmıştı. Eve dönüşü ise sokak kedilerine festival düzenleyen annemin özel yemekleri ile taçlanmıştı. Nekahet döneminde annemin bitmeyen sabrı ve muhteşem enerjisi ile iyileşmiş ama ismini koymuş olan babamla arası açılmıştı. Nazlı’nın balkondan düştüğünü anlayan annem çığlıklar atarken babamın kahvaltısına devam edip “Bir şey olmaz, yumurtam bitsin gider bulurum” demesi etkili olmuş olabilir. Eminim annem Nazlı’ya her şeyi anlatmıştır.
Bu arada benim de Nazlı’yla ilişkim pek yoktur. Hayatım boyunca birçok kediyle inişli çıkışlı ilişkim oldu. Evimden, çalıştığım ofisten eksik olmadı kedi familyası. 30 küsur yıllık ömrümün çok az zamanı iç/dış parazit kaygısı olmadan geçti. Ancak Nazlı’da tükenmeyen bir gerilim ve bastırılmış duygulardan oluşmuş bir kokteyl var. Mesela oyun oynamak yok, kendisinin oyun sandığı şeyi oynadığımızda ise evimiz sahra hastanesine dönüşüyor. Halı üzerinde yatan yaralılar, eksik tıbbi malzeme ile yapılan yanlış müdahaleler ve orantısız sargı bezi kullanımı nedeniyle oluşan mumyamsı bedenler. Tırnaklarını kesmemize bile izin vermiyor kendisi. Tabii ilişkimizin ilerlememesine şahsımın pasif agresif tavırlarının da katkısı olmuş olabilir. Ama onu ilk gören ve topluma kazandırmak isteyen bendim. Birkaç yıl önce sevdiceğim Zuhal’le onu Beşiktaş’ta bir ‘petshop’tan sahiplenmiştik. Son kedim vefat edeli uzun zaman olmuştu. Annemlerle ne zamandır evin belli bölgelerinde kedi kakasına rastlamaz olmuştuk.
Babamda emekli olunca evde bir kedinin koşturması ve zaman zaman belli durumlarda gırıldaması hiç fena bir fikir gibi gelmemişti. Uzun araştırmalar sonucu Nazlı’yı bulduk. Tek başına bir kuş kafesinin içinde bedeninden beklenmeyecek kadar kuvvetli sesler çıkararak miyavlıyordu. Zuhal son kontrollerini yaptı, uygundur işaretini verince kendisini sahiplendik. Teşvikiye’deki evime getirdik. Ertesi güne kadar susmadı. Sorduk soruşturduk, veterinerlere gösterdik. Sağlığında bir problem yok. ‘Çeşitli travmalar yaşamış, sevgi ve şefkat dozunu yüksek tutun’ reçetesiyle ayrıldık. Annemin evine yerleştikten sonra aylarca kulak emerek bağışıklığını yükseltmiş, haşlanmış tavuk ile de ideal kilosuna ulaşmıştı. Ama karakteri intihar sonrası daha da hasarlı hale geldi. Bill Gates’in oyunu dedikleri pandemi sebebiyle ben de annemlere taşınınca Nazlı’nın gerilimi bu sıralar pik seviyesine ulaştı.
Doktor kapısını aralayıp adımızı seslendi. Nazlı sepetinde huysuz bir ses çıkararak burada olduğumuzu belirtti. Sepeti yüklenip terapistimizin odasına giriyoruz. Nazlı’yı sepetinden çıkarıyorum. Psikolog koltuğuna hopluyor ve patilerini birleştirerek doktora bakıyor. Doktor masasında duran küçük kuruyemiş tabağından maskesini kaldırarak ağzına fındık atıyor. Nazlı kuyruğunu gergin bir ritimde sağa sola devindiriyor. Ben sessizliği bozuyorum.
- Ben çıkayım isterseniz doktor bey?
Doktor hayır anlamında kafasını sallarken, ağzına nişan aldığı fındığı yere düşürüyor. Nazlı yere yuvarlanan fındığı bir avcı edasıyla fark ediyor ve göz bebekleri anında karanlık tarafa geçiyor. Ancak fındık radarından çıktığı ve dikkat bozukluğu olduğu için ilgisini kaybediyor. Doktor umursamaz bir şekilde devam ediyor.
- Bunu çift terapisi gibi düşünün. Nazlı hanımın yaşadığı ortam dışında, ilişki biçimlerini de gözlemlemek iyi olabilir. Gitmenize gerek yok.
Nazlı’nın yüzü biraz düşüyor. Problemin bir kısmının benden kaynaklandığını anlamıştım zaten. Kısa bir süre sonra doktor not almaya kedimiz Nazlı ailemizin sırlarını dökmeye başlıyor. Babamın onu en beklemediği zamanlarda kucağına alışlarından girip sözü bana getiriyor.
- Bu herif eve neden geldi bilmiyorum. Eskiden hafta sonları gelir mesafeli takılır ayrılırdık. Şimdi salonun ortasında, her gece uyurken izliyorum. Tanımaya çalışıyorum. Huysuz garip rüyalar görüyor. Bir yandan söyleniyor. Güven vermiyor bana. Hala el üstünde tutuluyor. Annemiz herkese mis gibi bakıyor evde. Allah başımızdan eksik etmesin, bana da çiçek gibi bakıyor sağ olsun. Ama bu herif evden çıkmış gitmiş, kıytırık bir televizyon kariyeri yapmış. Yazarmış, tiyatrocuymuş falan. Valla doktor bey açıkçası bu adamla yaşamak istemiyorum.
Kariyerimin nesini beğenmedin ulan ‘tüy pınarı’ diyerek içimden küfürler geçirsem de çaktırmıyorum. Doktor düşünüyor. Peki, diyor bir örnek verebilir misin Nazlıcım?
- Kaç tane vereyim doktor. Geçen gece herkes yattı, bu lavuk yine bir şeyler yazıyor bilgisayarda, başka icraatı yok zaten. Neyse ben de kediyim sonuçta ihtiyaçlarım var. Bütün gün uyumuşum biraz boğazımın sevilmesini, kafamın kaşınmasını arzuluyorum. Yaklaştım buna önce kuyruğumu sürttüm. Kokladım falan. Geçtim yanına uzandım. Anladı bu tabi, hemen yanaştı, başladı kafamı okşamaya, elleri de ufak ya güzel güzel okşuyor namussuz. Neyse rahatladım biraz. İlişkimizi bu gecenin üzerine temellendirebileceğimi bile düşünmeye başladım. Ama işte. Bu herif yazmayı bıraktı, bir belgesel açtı. Bak doktor Allah yukarda o geceden beri aklım fikrim gitti! Ne biçim bir dünyaymış burası! Ne zulümler görüyormuş hemcinslerim. Göbeğimdeki tüyler dökülüyor, patilerim titriyor yemek yerken, kendimi yalayamıyorum kaç zamandır ya, kabuslar görüyorum!
- Sen ne zaman yaladın be kendini! Pist yalancı!
- Ne giriyosun ulan lafıma! Hem sen nereden bileceksin benim alışkanlıklarımı, daha yeni geldin evime!
- Evine mi? Ben o evde büyüdüm Nazlı hanım! Sen kimsin bana misafir muamelesi yapıyosun!
- Seninle tartışmaya gelmedim buraya, susar mısın?
- Bana bak anneme dua et, yoksa koparmıştım bıyıklarımı!
Bu son lafım Nazlı’ya dokunuyor ve ağlamaya başlıyor. Ben de pişman oluyorum söylediklerimden. Her ilişkide problemler olur. Saygıyı ve anlayışı elden bırakmamak gerekiyor. Terapist Nazlı’ya peçete uzatırken bana gözlüklerinin üzerinden klişe bakışlar atıyor. O da ilişkideki problemin ben olduğunu düşünüyor belli ki.
- Biraz sakinleşelim, kendinizi ifade ediyor olmanızdan memnunum. Ama seviyesizleşmenizi istemem. Evet Ozan, anlat. Ne izledin o gece?
Nazlı yan gözle sinsice beni izliyor. Hikayemde yeterince saçmalık yokmuş gibi, terapistimizin önünde utanıp sıkılıyorum. Ellerim terlemeye başlıyor. Doktor kalkıp bir cam açıyor ve karşımdaki koltuğa oturuyor.
- Valla edepsiz bir şey izlemedim doktor. Bedava wi-fi buldum komşulardan, internete girdim. Öyle takılırken Netflix’te bir belgesel çıktı karşıma. Bir suç belgeseli. Hem ben farkında bile değildim Nazlı’nın da izlediğinin. Belgeselin adı: "Don't F**k With Cats: Hunting an Internet Killer”. Üç bölüm yapmışlar ama insanın ömründen 7 sezon gitmiş gibi oluyor. Büyük bir gerilimle izlediğim bu belgesel beni de sarstı. Bir ruh hastasının nasıl yakalandığına dair bir kovalamaca. 2019 yapımı belgesel Kanada’da başlayıp Fransa’da sona eriyor. Çağın hastalığı ilgi çekmek doktor biliyorsun, bu durumun sevgisiz, kabul görmemiş insan ruhlarında etkisi çok daha korkunç oluyor. Luka Magnotta isimli evlerden ırak bir şahsiyetsiz kedi cinayetleri çekip Youtube’a koyuyor. Belgeselde bize yeterli dozda verilen bu sahneler yayınlandığı dönem tabii ki korkunç bir öfkeyle karşılanıyor. Facebook üzerinden örgütlenen bir grup hayvan sever Luka’nın peşine düşüyor. Luka’nın istediği de bu ilgiyi üzerine çekmek. Yeni videolar, yeni fotoğraflarla iz bırakmaya, kaçma kovalamacaya zemin hazırlamaya başlıyor. Onu öfkeyle takip eden ekip videoda gördüğü ürünleri, resimleri en ince ayrıntısına kadar araştırıyor ve kolektif bir dedektiflik süreci başlatıyorlar. İnsan psikolojisine, davranış biçimlerinle meraklı olan benim için izlemesi ne kadar rahatsız edici olsa da ilgi çekici bir işti. Luka’nın kedilerle yetinmeyip gerçekten bir insan öldürecek duruma geldiğini belgesel çok sert bir şekilde anlatıyor. En son ‘Act of Killing’ belgeselini izlerken bu kadar gerilmiş birkaç gün kendime gelememiştim. Manyak Luka’nın annesiyle ilişkisi, uydurduğu hikayelere inanış biçimi, arkasında izler bırakışı adeta bir senaryo yazarmışçasına ayrıntılara girmiş olması gerçekten insanın kanını donduruyor. ‘Catch Me If You’ Can ve ‘Basic Instict’i referans alarak yarattığı hastalıklı durumu izlemek zaman zaman insanı zorluyor.
Protagonistimiz belli antagonistimiz belli. Luka adeta bütün süreci her boyutuyla yönetiyor. Sonunda yaşanan sorgu dakikaları uzun zamandır izlediğim en rahatsız edici anlarla baş başa bıraktı beni. Luka’nın ruhunun derinliklerindeki enkaza yakından bakmak, bir insanın ne kadar karanlık olabileceğini görmek psikolojiyi zorluyor. Ne olursa olsun bu hikaye bir anlamda da vazgeçmeyenlerin hikayesi. İnternetin faydasından çok zararı olduğunu düşünen benim için bile Facebook üzerinde örgütlenip bu Luka’nın peşine düşen, polisle iletişime geçen bu kitleyi görmek umut vericiydi. İyi insanlar hala var sanki yalnız ve güzel gezegenimizde. Gerçek hikayeler, gerçek kişilerle çevirili bu belgesel bir sosyopatı anlatırken çağımızın asıl vebasının da altını çiziyor. İlgi ihtiyacı. Herkes özel artık doktor. Herkes kendini biricik hissetmek istiyor. Başta instagram ve diğer sosyal mecralar bu durumu yüzeyselleştirip insan ruhuna kalıcı hasarlar veriyor. Bu durum benim midemi bulandırmaya yetiyor zaten. Luka’nın geçmişte oyuncu olma isteği bile ilgi çekme arzusundan kaynaklanıyor. Üç bölümün sonunda kaldığımız ikilem beni ne yazık ki daha da korkuttu doktor. Facebook’ta bu durumdan rahatsız olan hayvan sever kitle olmasaydı Luka bunları yapacak mıydı? Garip bir arz talep ilişkisi mi doğmuştu? Bir insanın ölümüyle sonuçlanan belgesel bu sorularla baş başa bırakıyor insanı. Hikaye ne kadar karanlık olursa olsun belgeselin tekniği, yönetmenliği, olayı anlatış biçimi tertemiz. İzlerken derin bir nefes alınması gereken bir suç belgeseli ‘Don’t F**k With Cats: Hunting an Internet Killer’. Bitirdiğimde tuttuğum nefesi verirken aklıma takılan homosapiens denen bu hayvanın dürtüleri ve ne olursa olsun ruhunun karanlıkta kalmış köşeleri doktor.
Terapistimiz iki elini çenesinin altına koymuş beni izliyor. Anlatacaklarım bitti. Niye hala bana bakıyor bu adam. Çok sakin bir tonla bana bambaşka bir soru yöneltiyor;
- Ozancım, Nazlı’nın açık camlardan atlama gibi bir huyu var mı?
Kafamı çeviriyorum, Nazlı uzandığı koltukta yok.
- Hssktr doktor!
Nazlı’nın yerinde hava akımına karışmış birkaç tüy parçası. Hışımla ayağa kalkıyorum. Camdan dışarı bakıyorum etrafta Nazlı yok. Eyvahlar olsun. Annem gebertecek beni! Bu sırada koltukta duran küçük not kağıdını fark ediyorum. Hemen notu elime alıyorum ve okuyorum.
- Sen git, gece gelirim biraz yalnız kalmam lazım. Ayrıca Ozan, seni seviyorum.
Gözlerim dolu dolu, sımsıkı doktora sarılıyorum. Tutamıyorum kendimi duygusal bir boşalma yaşıyorum adeta. Ben de ona boş değilim sonuçta. Hüngür hüngür ağlayıp yerlere atıyorum kendimi. Yerde dizi sektörünün çok sevdiği kontrolsüz, göstermeci oyunculuğu deneyip yuvarlanıyorum sağa sola. İnşallah bu sahnenin yakınlarını alırlar diye düşünüyorum. Bu dönüşler esnasında doktorun az önce düşürdüğü fındığı buluyorum. Aklıma Nuri Bilge Ceylan’ın ‘İklimler’ filmindeki fındık sahnesi geliyor. Doktorla böyle bir an yaşamak istemiyorum. Hemen toparlanıyorum ve sakinleşip koltuğa oturuyorum. Doktor bir yandan Nazlı’nın bıraktığı notu okuyor romantik bir ifade ile ve bana dönüyor.
- Sen anlat bakalım Ozan. Ne bu dengesiz ruh hali, öfke patlamaları, bastırdığın duygular bu tahammülsüzlük? Ne bunların kaynağı? Hadi anlat, dinliyorum…
- Anlatmasam doktor?
Kapak çizimi: Cem Özüduru