Çocukluğumdan beri gezegenin öte taraflarından hikayeler okudum ve izledim. Her birinde kim olduğuma, hayatın ne olduğuna dair sorular çıkardım. Eğlendim, heyecanlandım, korktum, ağladım. Tutkuyla bağlandım en sevdiklerime, ilham aldım ve ruhumun derinliklerine sinmesine izin verdim. Mesleki açıdan en çok onlardan ve onların yaratıcılarından beslendim.
Ne üzücüdür ki yaratılmış en kusursuz ve derinlikli hikayelerden biri olan BETTER CALL SAUL geçtiğimiz pazartesi günü final bölümünü yayınladı. Hikayenin yaratıcısı Vince Gilligan X-FILES zamanından beri kalbimizi hoplatmayı becermiş olsa da asıl çıkışını 2008 yılında Alberqueqe’nin çorak topraklarında yarattığı BREAKING BAD evreniyle yaptı.
Homo sapiens tarihinin elinde aletlerle mağara duvarlarına çizmeye başladığından beri anlattığı en iyi hikayelerden olan BREAKING BAD ve BETTER CALL SAUL hikaye anlatıcılığının zirve yaptığı iki iş olarak medeniyet tarihimizde derin izler bırakırken benim gibi bir çok insanın da başka korkulara kapılmasına neden oldu. Korkulara geleceğim, ama önce biraz güzel şeyler konuşalım.
Breaking Bad’i gözyaşları ile bitirdikten Better Call Saul’u neden yaptıklarına anlam verememiş, hatta o evrene Walter White olmadan bakamayacağımı hissetmiştim. Underdog (mazlumların) hikayelerinin sevdalısı olarak Better Call Saul’a rötarlı başlamam kabul edilemez bir hataydı farkındayım. Çok geçmeden dizinin bağımlısı olup Saul Goodman’ı asıl adıyla Jimmy McGill’i oynayan Bob Odenkirk’e aşık oldum. Merak konusunda uzmanlaşmış biri olarak hemen peşine düştüm. Youtube da izlediğim Breaking Bad okuma provalarında Saul Goodman’ın parlak kostümleriye oturmuş olması, Better Call Saul’un ilk bölümünün okuma provasında paragrafların ve sürpriz anların özellikle etkili bir ses tonuyla okunmasını istemesi ve işine, çalışma arkadaşlarına gösterdiği saygı beni büyük bir Odenkirk takipçisi yaptı. Bu sene çıkardığı ‘Komedi Komedi Komedi Drama’ adlı kitabına duyduğum hayranlık da cabası. Kalp krizi geçirdiğinde ellerimi açıp yaradana sığındığımın da altını çizmek isterim.
Bob Odenkirk’e olan sevdam bu yazının tamamını kaplamasın istiyorum, onun için Better Call Saul’a geri dönelim. Ne yapmış bu Vince Gilligan ve Peter Gould önce ona bir bakalım. İşin ödül kısmı, ne kadar çok izlendisi, hangi sitenin, hangi vlogun ‘acilen izlemeniz gereken 10 dizi’ listesine girdisi, bu yazının konusu değildir, merak eden olursa araştırabilir.
6 sezon ve 63 bölüm süren bu dizi, her şeyden önce bir karakter hikayesi. Breaking Bad spin-off’u olarak başlayan öykü, o evrenin sonrasını ve Saul Goodman alter-ego’sunun nasıl doğduğunu anlatıyor.
Yozlaşmanın eşliğinde olan bir avukat, onun abisi, aşık olduğu kadın, suç dünyasının kör karanlıklarından çıkan adamlarla dolu bir trajedi Better Call Saul. Breaking Bad’e kıyasla daha da sakin, slow-burn denilen bir anlatım tarzına sahip. Slow-burn; hikayenin yavaş yavaş piştiği, izleyeni bir anda değil de, yavaş yavaş içine aldığı anlamına gelen bir tür. Ki benim de çok sevdiğim bir tarzdır. Tabi bu biçimin Better Call Saul’daki gibi başarıyla uygulanması şart. Ve bunun gibi bir çok sinemasal tekniğin, olabilecek en başarılı yöntemlerle uygulandığı bu tarz bir dizide, öykünün yarattığı atmosfer, senaryonun yazılış biçimi, yönetmenin tarzı, karakterlerin yolculuğu hem seyirci olarak sizi tatmin eder, hem de mesleki açıdan ilginiz varsa son derece ilham verici olabilir. Bir ömür hatırlanabilir.
Vince Gilligan ve Peter Gould’un Better Call Saul ile benim için başardığı ve gösterdiği en net şey, insan doğasının çözülemez karmaşıklığının, bir hikaye için ne derece kuvvetli bir malzeme olduğunu bir kez daha kusursuz şekilde kanıtlaması...
İnsan, gezegenin üzerindeki en karmaşık varlık. Yozlaşmış bir avukatın neredeyse bir süper gücü varmış gibi adaleti ve çevresindekileri manipüle ederek olayları lehine çevirişi, seyir zevkini samanyolunun zirvesine taşısa da, Better Call Saul temelinde çok zor sorular sorarak basit bir cevabın peşinden koştu.
Jimmy McGill aslında kim? Neden Saul olmak istedi?… Aslında kim olmak istiyordu, neden bu hataları yaptı?.. Ve hocaların hocası Walter White’ın dediği gibi pişmanlıkları var mı?.. Varsa neler? Bunları yazılmış en psikolojik derinliğe sahip bölüm senaryolarıyla, kusursuz bir yönetmenlik ve a-list oyunculuklarla 6 sezon boyunca izlediğinizde ve son bölümün son sahnesi yayınlandığında gözyaşlarınız AquaPark temalı bir havuzdan neşeyle kayarmışcasına atletinize damlar. E hava sıcak, evde atletle oturuyoruz. Bu gözyaşı hem kusursuz bir hikaye izlemenin mutluluğuyla ve çok sevdiğiniz karakterlere veda etmenin bir karışımdır. Hem acı hem de tatlıdır. Yani damlatılacak en kusursuz gözyaşıdır. Size acı verse de izlediklerinizden tatmin olmuşsunuzdur.
Dünya değişiyor, hikaye anlatım biçimi değişiyor ve insanoğlu evrimine devam ediyor. Artık akımların, her hafta türeyen yeni duyarlılık modalarının, yeni alınganlıkların ve taze deneyimlerin birçok şeyi etkilediği kaotik zamanlardayız. Etrafımızda sabırsız ve kendi hislerine odaklı bir zihniyet gelişmekte. Eğlence sektöründe artık Marvel gibi bir devin kontrol edilemez boyutlara eriştiği günleri yaşıyoruz… Ağır iş temposundan milletin evinden barkından edildiği (CGI yapan insanların aşırı mesaisi, maaş eşitsizlikleri, Marvel filmleri yüzünden bağımsız filmlerin salon bulamaması gibi.) ruhsuz yapım şirketleri ve giderek vahşileşen, tek tip fabrika üretimleriyle sanatsal yaratımın kırıntısını bırakmayan dijital platformların her gece kanımızı emdiği sinema sektöründe, çölde vaha arar gibi kalite aradığımız karanlık zamanlardayız… Sırf bu kuraklık bile, bir sinemasever için bünyemde yeterince kaygı uyandırıyor. Ayrıca tamam ben de Endgame izlerken ağladım. Kardeşi kardeşe kırdıran Civil War’da yas tuttum. Çocuksu hislerle film izlemeye karşı değiliz… Ama olayın bu günlere geleceğini bilemedim. Gelmiş geçmiş en büyük film ikonlarımızdan olan Tom Cruise, Top Gun: Maverick ile bu durumun karşısına geçip Kevin Fiege ve CGI düşkünü süper kahraman filmlerini tokatlasa da durum hala kaygı verici. Netflix’in bu duruma korkunç katkılarından bahsetmek bile istemiyorum bile. Aslında istiyorum da neyse…
Bu yazıyı yazma motivasyonumdan uzaklaştım ama aslında tam da uzaklaşmadım çünkü bu gezegenin hala Better Call Saul, Breaking Bad gibi insan hikayelerine ihtiyacı var. Bunların dışında da müthiş diziler yok mu var tabi ki. Ayrıca tabi ki teknolojik altyapı ve efektlerle donanmış filmler sinemaseverler tarafından tüketilmeli. Bazen eğlence, sadece eğlence için olabilir… Ama box office sadece bu ikilinin karışımından geçmiyor. İyi hikaye her zaman kazanır… İster milyonlarca dolar harcayıp Top Gun: Maverick gibi insan odaklı ve insan eliyle bir aksiyon yapın, isterseniz Vince Gilligan gibi televizyonda ya da meşhur dijital platformlarınızda mütevazı bir karakter hikayesini bir roman gibi ince ince işleyerek yapın. Herkes izleyecektir. Bu kural çok şükür ki şimdiye kadar değişmemiş görünüyor. Neyse toparlayayım, Better Call Saul için emeği geçen herkese bir izleyici olarak teşekkür ederim. Mesleki açıdan aldığım ilhamlar ayrı bir yazı konusu. Vince Gilligan, Peter Gould, canım Bob Odenkirk, Rhea Sheehorn, Jonathan Banks, Michael Nando, Giancarlo Esposito ve geri kalan herkes, çok yaşayın ve lütfen hikayeler anlatmaya devam edin…