Gecenin 02 suları. Instagram’da dolaşıyorum. Dünyanın öteki tarafındaki insanların fotoğraflarını beğeniyorum anlamsızca. Çikolatalı pasta, Nutellalı kurabiye fotolarına emojiler koydum. Cicibebe ile süt yesem mi yemesem mi iç çatışmamı yaşarken karşıma bir video çıktı. Keanu Reeves ilk JOHN WICK’in basın turlarından birinde sahnede konuşma yapıyor. Şöyle diyor güzeller güzeli Keanu; “Sinemayı çok severim, izlemeyi de yapmayı da çok severim.” Cümle gayet güzel. Ne demek istediği net. Eminim görmüşsünüzdür. Ama aklıma takılan ve beni yerimden zıplatan şey Keanu Reeves’in bunu söylerken ki tutkusu ve hevesi. Defalarca izliyorum videoyu. En yakınımdakilere gönderiyorum. İçimde bir ateş patlıyor adeta. Evet bu! Tanıyorum bu duyguyu ne demek istediğini anlıyorum Beyrut doğumlu ama annesi İngiliz, babası Çin asıllı bir Havaili olan, Kanada’da büyümüş Keanu’yu… Evet bu saf duygu, bu tutku, bu heves, bu işin Big Bang’i diyorum kendi kendime. Zuhal’i aramak istiyorum anlatmak için ama uyumuştur. Cem’e yazmak istiyorum ama settedir. Serkan’ı arıyorum açmıyor. Aklıma siz geliyorsunuz hemen. Oya’ya yazıyorum “Canım bu hafta dizi harici bir şeyler yazmak istiyorum” diyorum. “Yaz canım ne istersen” diyor.
Başlıyorum düşünmeye. Olayı kavramak istiyorum her haliyle! Bu kimyasal reaksiyonlar etrafında toplanmalı her şey diyorum. Azim, disiplin, çalışkanlık, yetenek gibi şeyler sonra. Benim için başlangıç tutku. Nedir tutkunun kelime anlamı? İstenç ve yargıları aşan güçlü bir coşku ya da ölçüyü aşan güçlü istek durumundaki eğilim. Muhteşem ‘ölçüyü aşan güçlü istek durumundaki eğilim’ inanılmaz bir cümle. Bir öyküye, bir filme, bir şarkıya dönüşebilecek kadar güçlü! Sonra çevreme bakıyorum. Etrafımdaki insanları düşünüyorum meslek ayırt etmeden. Gittiğim bakkalı, bindiğim taksiyi, manavı, marketi, D vitamini almak için girdiğim eczaneyi… Sonra kendi sektörüme geliyor sıra. İş daha da karanlıklaşıyor benim için. Fizikçi Enrico Fermi’nin arkadaşlarıyla öğlen yemeği yiyip mavra yaparken söylediği ve dünya dışı varlıkları kast ettiği “Herkes nerede!” cümlesi gibi haykırmak istiyorum sektöre! Herkese ne oldu!?
Anlamalıyım. Düşünmeliyim. En azından sormalıyım etrafıma. Sorun yoksa yine mi bende? Konuyu iyice kendi sahama getiriyorum. Oyunculuk, yazarlık yaptığım her işi düşünüyorum. Şimdiye kadar çalıştığım insanlarda bu tutkuyu bu hevesi görüp görmediğimi düşünüyorum. Hatırladığım herkesi nasıl hatırladığımı düşünüyorum. Sonra biraz daha düşünüyorum. Biraz daha… Sonrası yok. Aklıma gelen isimler var muhakkak. Ama sektörün çoğunda Keanu’daki ‘yargıları aşan güçlü coşkuyu’ ve hevesi göremediğim bir gerçek. Birçok insanın önceliği bile olmadığına eminim benim aradığım şeyin. Olabilir tabi. Kızmıyorum bu duruma üzülüyorum daha çok. Çünkü ülke sinemamızın 70’lerde 80’lerde yaşadığı imkansızlıklarla yapmaya çalıştıkları ortada. Demirlerin üzerinde sabun kaydırarak üretilen şaryolar, sabaha kadar kendi filmi için oyuncaklardan canavar yapan Çetin İnanç, efsane set amiri Godzillla Selahattin’in mucidi olduğu onlarca ekipman. Bunun gibi yüzlerce örnek var ortada. Hepsi de ilham verici güzellikte! Hiçbir şeyleri yoktu bu insanların sinema ateşi ve tutkularından başka. Belki çocukça yaptılar ama sonuçta yaptılar. Tutkuyla hevesle hem de. Bizden daha kötü durumdayken hem de. Ee şimdi teknolojinin her anlamda bizi ele geçirdiği bir dünyada sektörün her dinamiğinin hevessizliğini nasıl açıklayacağız? Maillere cevap vermeyen, senaryoları açıp okumayan, audition'ları izlemeyen, birbirine sürekli kötü davranan ve gittikçe büyüyen kuru bir kalabalık. Bunlar sadece benim değil, farklı farklı departmanlardan arkadaşlarımın da yaşadığı deneyimler. Tabii ki ben görememiş olabilirim diyorum önce. Vardır birçok insanda diyorum bu tutku, bu heves. Hadi Ozan uykun gelmedi henüz bir daha düşün. Görmek istiyorum çünkü etrafımda bir yerde.
Bütün iyi niyetimle gözden geçiriyorum. Öncelikleri mi değişik, hayatlarında kötü giden şeyler mi var? Neden mesleklerine karşı hevesleri tükenmiş ve görünmez hale gelmiş? Yoksa hiç olmadı mı? Bana gösterilmiş olması da değil olay. Bu insanların zanaatını icra ederken ki hali ve tavrı asıl mesele! “Ya setlerde telaş var Oziş! Çocuk çocuk heveslerle yazı yazma, git sarıl oyuncak pandana uyu” diyebilirsiniz. Yapacağım zaten birazdan onu. Ama şu meseleyi açalım bence iyice. Cevabı boş verin, soru sormak bazen daha kıymetlidir.
Mesela benim babam terzi, onun mesleğiyle ilişkisinde ilk özendiğim şey tutkuydu. Kumaşları keserkenki hali, işini anlatırkenki heyecanı. Dedem demirciydi! Müthiş hevesli bir adamdı. Neden kendi sektörümde böyle insanlar göremiyorum?
Tiyatro, sinema ve televizyon sektöründe çalışan herkesin bu tutkuya ve hevese sahip olması gerekmiyor mu? Tabii ki gerekiyor. Sektörün ilerleyişini, problemlerini unutun bir anlığına. Kendinizle mesleğiniz arasındaki ilişki önemli benim için. Oyuncu ile diyalogları, yazar ile klavyesi, yapımcı ile hayallerindeki hikâye asıl mesele! Çünkü ilk önce ondan sorumluyuz hepimiz. Yani aslına bakarsanız olay bireysel. En azından başlangıç noktası. Hani ben bunu yapmak zorundayım dersin kendine. Öyledir. Başka şey yapamazsındır. Klişedir ama öyledir. Bazen bu seni öldürür, yok eder ve tatminsiz bir hayat uğruna harcarsın kendini. Ama yapmak zorundasındır yapmak için yanıp tutuştuğun şeyi. Salieri tüm kısıtlı yeteneğine rağmen Mozart’ın gölgesinde tutku ve hevesle ayakta kalmıştır. Öyledir çünkü. İçinde bulunduğum sektörde bu ateşin varlığıyla ilgilenmeyen, kendini yapmak zorunda hissetmeyen ve bu işe başka amaçlarla girmiş, beklentileri farklı olan insanlar var onlarla ilgilenmiyorum. Ben başka olasılığı olmayanlara yazıyorum bu yazıyı. Gece gece yaktın beni Keanu! O zaman inatla merak ettiğim şu; neden yapımcılar, yönetmenler, oyuncular, yazarlar, görüntü yönetmenleri, sanat ekibi, set ekibi, cast direktörleri ve sektörün geri kalan her dinamiği, çoğunlukla tutkusuz ve hevessiz? Ya da bu tutku ve heves görülemeyecek kadar az? Şu cevapları da duyar gibiyim. İnsanlar ekmeklerinin derdinde, öylelerdir sen görememişsindir, öncelikleri değişik, coğrafyanın getirdiği zorluklar, endüstri olamamak vb. Hepsinde de hakkınız var. Doğru söylüyorsunuz. Ama ben çok net ve bireysel bir şey söylüyorum dedim ya. Sabahları yataktan kalkmamıza neden olan şey. Japonların İkigai dediği hayatın amacını anlatan inanç sistemi.
Zaman değişiyor, hız bizi tüketiyor biliyorum. İnsan aynı değil biliyorum. Ama bu mesleğin tutkusuz ve hevessiz yapılamayacağını da biliyorum. Yaparsınız ama sıradanlaşır. Ufacık bir zaman dilimine hapsedersiniz kendinizi. Gün gelir hatırlanmaz bile! Çocukça bir hevesle mi yükseldim Keanu’nun anlattıklarına bilmiyorum. Ama dertleşmek istedim sizinle. Binlerce kilometre öteden yakışıklı bir adam beni harekete geçirebiliyorsa, içimdeki ateşe odun atabiliyorsa biz niye birbirimize karşı o ateşi vermekten veya göstermekten hoşlanmıyoruz. Prometheus ateşi paylaşmaktan çekinmedi insanoğluyla biz niye tutkumuzu hevesimizi eksik ediyoruz birbirimizden. Rekabet? Umursamazlık? İnsan doğası? Kibir? Çok sebebi var evet sığmaz bu geceye haklısınız. Cicibebe süt yiyip yatmalıydım onda da haklısınız ama. O ateş işte. O ateş… Jerry Maguire’ın filmde kendi meslektaşlarına yazdığı "Düşündüğümüz Ama Söylemediğimiz Şeyler" isimli yazı gibi değil elbette bu yazı. Dertleşme benim amacım. Ahkam kesme değil. Tutkuya ve hevese ihtiyacı olan herkese ve özellikle içinde bulunduğum sektörün her dinamiğine ufak bir hatırlatıcı. Keanu’nun suçu hepsi bana kızmayın. Öpüyorum sektörün tüm gönül verenlerini, onlarla konuşmak bir şeyler paylaşmak için sabırsızlanıyorum.
Kendimi sıyırmış da değilim bu arada benimle oturup sinema, tiyatro veya oyunculuk sohbeti yapan biri varsa benden tutku ve heves göremediyse ya da beni sıkıcı bulduysa lütfen arasın beni, anneme şikayet etsin, kapıma dayansın, silkelesin isterse. Bu ateşi paylaşmayıp, birbirimizin içine düşürmeyeceksek, tek başına yanmanın ne anlamı var. Kolektif birlikteliklerle yapılan sanatsal faaliyetlerin atardamarlarından olan bu ateşin varlığı ve paylaşımı değil midir asıl mesele? Bir grup insanın bir hikâye uğruna ve kendilerini aşmak istercesine hevesle, tutkuyla işine sarılması, karanlık bir anlamsızlık içinde olan bu mavi gezegene az da olsa bir anlam getirme çabası değil midir önemli olan? Yalnız olmadığımıza, başkalarının da aynı şeyleri hissettiğine ikna olmak değil midir bir anlığına? Ve bunu yüksek bir tutku ve hevesle yapmak değil midir güzel olan? Yoksa ne amacı vardı Keanu Reeves’in benim uykumu kaçırmış olmasının. Bir amacı olmalı. Ölçüyü aşan güçlü bir isteği olmalı yaptığımız her işin…