Dün keyfim çok yerindeydi ve kendimi daha da iyi hissetmek için, şehrin çöplüğüne gittim…
Uçsuz bucaksız bir tepenin üzerinde, daha büyük bir tepe oluşmuştu çöplerden, rengarenktiler ve irili ufaklı. Arada esen rüzgarla salınıyorlar ve o keşif, tarifi mümkünsüz koku, dalga dalga içime işliyordu. Solunum sistemim bayram ediyor, midem başka bir şenlik yaşıyor, manzaranın eşsizliği gözlerimi yaşartıyordu. Vermeer’i ve Monet’i çıldırtacak bir güzellikti. Dans eden renkler ve kokuların inanılmaz uyumunda nirvanayı yaşamıyor, nirvananın kendisi oluyordum. Sesleri de vardı, hatta Paganini’yi hatta Beethoven’ı kıskandıracak bir senfoniye dönüşüyordu. Sonsuz ve eksiksiz bir güzelliğin içinde… Şükürdeydim.
Gelişi güzel oraya atılmış, kamyonlarla taşınıp oraya boca edilmiş çöplerin arasında dolaşmaya başladım, beni dayanılmaz bir güdüyle içine çekiyordu. Neleri oraya attığımızla ilgiliydim, çünkü insanı tanımak böyle bir şeydi ve bir yönetmen insanı tanımaktan daha fazla neye yükselebilirdi ki…
Çokça onur atılmıştı, belki onurdan çok gurur. Hatırı sayılır miktarda dürüstlük. Bilgi ve tecrübenin de sayısı epey fazlaydı. Namus da vardı ama oraya öylesine atılmış mertliğin yanında yoğunluğu azdı. Cesaret de yeter miktardaydı. Ben çocukken babamın bana öğrettiği erdemlerin hemen hemen hepsi oradaydı.
Ama mesela, para hiç yoktu!
Bir mertliğin yanına eğildim, "Nedir?" dedim. "Neden en çok sen buradasın?" "Sorma" dedi, bu çöplükte en acayip durum benimkisi, züğürtlük beni bozuyordu ve üzülüyordum, para da beni buraya düşürdü. Parayla da parasız da ben, ben olamadım. "Sorun sende değil" diyemedim teselliye zaten yokum ve içli içli ağlarken yanından ayrıldım.
Atık nezaketten oluşmuş bir tümseğin üstüne çıktım ve evet o sigarayı yaktım, çöplüğün huzuruna kendimi bırakmıştım ki arkamdan bir el uzanıp sağ omuzuma dokundu. Döndüm eski bir dostun yüzüyle karşılaştım. Elinde bağlaması, derin derin gözlerime baktı, birbirini anlayan kırık tebessümlerle biraz sustuk. "Epeydir gelmedin evde bekliyorum" dedi. Cevabımı beklemedi, döndü ve gitti, yarım asır daha orada kalıp sigaramı içtim. Yüreğimde taşıyıp, atmadığım çöplerimi düşündüm uzun uzun. Erdemleri…
Yerim dar olmasa bir okyanus kadar anlatırdım da, malum işte. Daha yazmadıklarımı gidip şehrin çöplüğünde siz de tadabilirsiniz.
O dostun evine gittim, bir Anadolu ereni nasıl misafirini karşılarsa öyleydi yüzü. Zaten güzel adamdı, daha da güzel gördüm. Dertle harman olmayı bilen, bağlamasıyla har olan, sesiyle de yakan bir adam. Hem de adam kere adam. Biz muhabbet deriz aşkla yapılan sohbete. Oturduk mu muhabbete, gecenin de günün de hükmü kalmaz. Taşıması da kaldırması da zor bir derinlikte, dem olur, demlenerek konuşuruz, konuştuk da; Anadan, babadan, yardan, memleketten ve hayattan… Biraz ağladık, biraz sustuk, biraz o çaldı biraz ben dinledim, biraz o söyledi, biraz ben yürüdüm. "Odun" der sazına. Ve o odundan en güzel sesi çıkaran adamlardandır.
Kaçıncı günün sabahıydı evinden ayrıldığım, hesaplamadım. Bizde sevdiğine götürdüğünü saymazsın çünkü. Dostla oturmak bir sevgi meselesidir çünkü. Neyse…
Son bir söyle usta dediğimde o, "Senin ordan olsun o da Hacel Obası olsun" dedi.
Hacel obasını engin mi sandın
Ayağında potini var zengin mi sandın
Her olur olmazı dengin mi sandın
Ay da geçti göremedim ben seni
Mehmet’le sarıldık soyadı zaten yazıda var, ve bir kan uykusuna yattım.
Çöpünüz de sizin olsun, paranız da… İsimli rüyaya.