Daha dün olmaması gereken, hatta yapılmaması gereken bir sürü şey olmuş ve yapılmıştı… Yalnızca ölümü getirmesi gereken gece işini sabaha ertelemişti.
Bu olmaması gereken, dahası yapılmaması gerekenlerden sadece bir tanesi bile otuz sekiz sene önce bir cana mal olmuştu… İşte tam bu yüzden korku, kaos ve ölüm kaçınılmazdı. Öyle de oldu.
Köy meydanında bulunan demir kulede asılı olan ve saat icat edilmeden bir gün önce icat edilmiş saat, gece on ikiye iki varı gösterirken köyün sokakları telaşla boşaldı. Kapanan kapılar, örtülen perdeler ve evlerine çekilen uzun gölgelerin sahipleri…
Acı bir tekerlemenin içindeki çocuk sesinden çığlıkları duydum. Bu geceden önceki otuz sekiz yıl boyunca bu köyde hiç kimse gece on ikiden sonra sokağa çıkmamıştı. Ama otuz sekiz yıldır bu köy cinayeti getiren bir sabaha da hiç uyanmamıştı…
Aslında, batılı ya da belki de gerçeği getiren, dündü. Dün mezarlıkta incir ağacı kesilmiş, üstelik yakılmıştı. Dahası birileri ekili tarlada, güneşin aydınlığına aldırış etmeden, küstahça ve hoyratça yağmurun altında sevişmişti. Dün, hem güneş hem de ay tutulmuştu. Köye ilk defa gelen baykuş ötmüş, koyun sürüsüne saldıran kurtlar zavallı koyunların sadece sol taraflarını yemişti. Çoban emmi dilini yutmuş, hamileler aynı anda kusmuş, inekler sütü kesmiş, şimşekler sessiz çakmış, kuledeki hariç köydeki tüm saatler bozulmuş, Deli İbrahim ilk defa köy meydanından çırılçıplak geçmemiş ve sisleri süpüren Selvi Ana otuz sekiz yıl önceki cinayetten beri ilk defa sisleri süpürmemişti. Birbirleriyle küs olan ikisi erkek, biri kız üç dağcı istenmedikleri halde misafir olmuşlardı.
Sabaha uyandığımda köylü çoktan meydandaki demir saat kulesinin altındaki Negiz Ongan Hayrat Çeşmesi’nin başına toplanmıştı. Hunharca katledilmiş dokuz yaşındaki Elif kızın, sanki arınsın diye çeşmenin altına bırakılmış, akan suyun değdiği derisi iyiden iyiceye buruşmuş, kefen misali beyaz bembeyaz elbisesinin içindeki cesedine bakıyorlardı. Yetmezmiş gibi, gökten bir anda meydana dökülen ölü kuşlar, korku ve endişeyi arttırdı. Kırk yıldır her günü lodos esen köyüm ağlıyordu.
“Lodos Yazı” olan adına da kaderine de…
Kürşat’ı gördüm, uzun uzun cesede baktı ve ayrıldı. “Nereye?” dedim. “Konuştuğumuz gibi uzaklara” dedi. “Kitap gibi konuştun” dedim. Sustu sadece sustu…
Bilmediğimiz bir dünyaya doğar, bilmediğimiz bir dünyayla birleşir, bilmediğimiz bir dünyaya göçeriz… Her doğumla çoğalır, her düğünle umut olur, her ölümle yeni bir başlangıca yürürüz. Bu üç bilinmeyenli denklem aslında üç önemli eşiktir hayatta.
“Bilinmeyen” korkusu birleştirince insanları, aşılması gereken her eşik, zamanla yeni bir ritüel doğurur…