Hiç beklemediğimiz gelişmelerin habercisinin ta kendisi olan hayat, plan yapmamıza müsaade etmiyor. Tıpkı şarkıda dediği gibi: “Hayat, denizde dalga gibidir…” O dalgada sürüklenmeden, ayağa kalkıp kendi başarınla ve kendinle gurur duymalısın. Sarsıcı günler yaşadık, ne yapacağımızı bilemedik. Ama en önemlisi, hep beraber ayağa kalkacağımızın bilinciyle, beraber yaraları sarmak için var gücümüzü ortaya koyduk. Sanatla iyileşmek adına, sanatın birleştirici gücünün ortaya çıkışını görmek gibisi yok. Yeni filmler izlediğim, muazzam bir sergi gezdiğim ve harika bir tiyatro oyunuyla buluştuğum bu haftayı değerlendiriyorum sizlere. Bakalım sanat yolculuğunda hangi duraklar sizin favoriniz olacak…
En yakınını tanıdığını zannedersin: Eksik
Bazı ilişkilerin içinde hep ‘eksiklikler' vardır… İşte o eksiklikler yüzünden bir şeyler ya tam olamamıştır ya da olmaya yakın, orada asılı kalmıştır. Acılarını birbirlerinden çıkaran, ama duygusal anlamda da acısını kendi içinde yaşayan üç karakterin hikayesi “Eksik” oyununda can buluyor. Fişekhane sahnesinde izlediğim oyun, Aksel Bonfil'in kaleminden sahneye uzanıyor. Bir baba-oğul ve sevgili hikayelerini içinde barındıran Eksik, seyircisini Datça’da bir çiftlik evine buyur ediyor. Bol hesaplaşmaları, bol sorun dolu hayatları, yalanları ve gerçekleri gözler önüne seren Eksik, güçlü bir senaryo çatışmasıyla yola çıkmış. Daha ilk sahnesinde çok yoğun bir başlangıç yapan oyun, en başta seyircisini bilinmez bir karmaşayla karşı karşıya getiriyor. Ama hikâyenin içine daldıkça, o karmaşalı bilinmezlik yerini kaosa bırakıyor. Bu belki ilk başka seyirciye korkutucu gelebilir, yani hikâyeye bir anda dalmak. Ama oyun ilerledikçe korkudan ziyade, ilişkilerin güç ve denge değişimi içerisinde kendinizi dönüşen ve gelişen bir hikâyenin içinde buluyorsunuz. Tabi dram hikayesinde espri de olmazda olmaz denmiş ve ‘Orman Avm, Hakan Peker’ gibi detayını veremeyeceğim güzel espriler de mevcut. Darbe almış bir baba-oğul ilişkisinin geldiği noktanın resmedilişi de çok hoşuma gitti. Özellikle baba Kartal ve oğul Metin arasındaki atışmalar da bir hayli espritüel cinsten yazılmış. Özellikle ‘ergenlik sivilcesi’ ve ‘bedelli Metin’ gibi dahiyane esprilere kahkahayı patlattım.
Sade ama o çiftlik hayatına seyirciyi götüren minimal dekor da çok hoştu. Ve bu dekorun hakkını veren 3 başarılı oyunculuğu da es geçmemek gerek… Öncelikle sahnede büyük bir oyunculuk dersi veren, fırtına gibi esen ve tüm ‘karizmasıyla' oyunu alıp götüren Levent Can’ı alkışlamak gerek. Kartal’ın yaşadığı buhranı birebir seyirciyle yaşatarak canlandıran Levent Can’ın, karakterin dramasını da akıcı bir performansla sergilediğini belirtmeden geçmemek gerek. İlk sahne deneyimine göre kendini kanıtlar derecede performans sergileyen Aytaç Şaşmaz’ı da tebrik etmek gerekiyor. Metin’in yaşadığı çıkmazla beraber; annesi ve babası arasında yaşadığı sıkışmışlığı başarıyla performe eden Şaşmaz, ilerleyen dönemlerde daha başka oyunlarda da kendini belli edecek. Ve sahneye yakıştığını çok düşündüğüm Hande Doğandemir’in o oyunun sürprizli kadını ‘Derya’ yorumu… Karakterin masumane başlayıp hiç düşünmediğimiz bir noktaya evrilmesi, belki de gizli kalmış ama ayyuka zor çıkmış o arazlı sürpriz halini çok başarılı sergiliyor Hande Doğandemir. Ayrıca Ataç Şaşmaz ve Levet Can ile de oyuncu paslaşması konusunda doğru ilerleyip, uyumlu olduğunu da kanıtlıyor. Eksik kimi zaman sinirlendiğim, kimi zaman yumruklarımı sıkarak bir izleme vakti sunsa da duygulanarak ellerimin titrediği ve sarsıldığım bir noktada son buldu. Bir kez daha ellere sağlık, mutlaka tavsiyedir.
Girdiği her savaşı yenen John Wick’in 4. serüveni…
Hatırlamadığım kadar uzak bir noktada bıraktığım John Wick evrenine yeniden merhaba dedim. Ön gösteriminde izlediğim John Wick 4, sinemaseverlerle uzun bir aranın ardından buluştu. İntikam savaşçısı haline gelen Wick, bu kez büyük bir suç örgütünü yenmeye çalışırken yeni bir düşmanla yüzleşmek zorunda kalıyor. John yine bildiğiniz gibi, başına gelen bin bir türlü felaketten kurtulmayı başarıyor. Yukarıdan mı düştü, hemen hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ediyor 9 canlım… Kahkaha ata ata, ama heyecanı da dozunda hissederek eğlenceli bir 3 saat geçirdim kendi adıma. Keanu Reeves’i izlemek, dönüşme sahnelerinde heyecanlanmak, çatışmalı ve gergin sekanslarda nefesleri tutmak ve en önemlisi devam filminin muamma halde olması harika… Bolca gönderme de içeren filmde özellikle takıldığım gönderme de ‘Killa Hakan’ oldu. Tüm salon galiba kendimizi uzun süre tutamadan güldük, kırıldık sanıyorum… Filmi eğlenmek için izledim bu kez, mantık hatalarına güldüm geçtim ama en sonunda macerasında kayboldum mu, evet kayboldum. Bazen de bazı filmleri böyle izlemeli…
Dağların ardında dostluk: The Eight Mountains
Bazen dostluğun ve arkadaşlığın doğuşu, hiç beklemediğin bir anda olur. Ve öyle bağlanırsın ki fark etmeden, koptuğunda da bağlaması zor olur. Roman uyarlaması olan ve 2022 Cannes’dan Jüri ödülüyle dönen Sekiz Dağ, bir arkadaşlık bağı kuran ve bu bağı küçüklükte kuran Bruno ve Pietro’ya odaklanıyor. Film bu bağın hikayesini anlatırken, çok narin bir yere dokunuyor. Duygusunu iliklere kadar hissettiriyor. Her zaman diliminde değişimlere ayak uyduran bir hikâye ve rejiye sahip. Filmin girişi ve finali harika. Hem yarım kalmış bir arkadaşlık öyküsüne, hem bir bağ yakalamaya çalışırken kopmuş baba-oğul öyküsüne, hem de bu öykülerin bir araya gelerek oluşturduğu hesaplaşma ikilemine giriyoruz filmde… Sadece bir noktada çok uzadığını söylemek mümkün hikâyenin. Ona rağmen müzikleriyle de yoğun bir duygu yaşatıyor. Dağların tepesinden minicik şehirlere uzanan bu büyüme, keşfetme ve dostluğun öyküsü, içimizde hala bazı duyguların yeşermeye devam ettiğini hatırlattı bana. Pietro ve Bruno'nun hikayesine dahil olmak, size de iyi gelecek bence.
En yakın arkadaşım bir oyuncak: The New Toy
Hayatın acı gerçekleriyle bazen çok küçük yaşta karşılaşırsın. Ve bu acı seni öyle bir insan yapar ki bazen, kibrinden geçilmez. Ama o kibri bir dokunuş belki de, bambaşka bir yöne çekmek için çabalar. Anlarsın ki aslında, hayatta baka duygular da bambaşka fikirler de var. Uzun zamandır bu kadar kahkaha atarak, düşünerek eğlenceli bir sinema vakti geçirmemiştim. Ta ki, The New Toy yani Özel Bir Hediye filmini izleyene dek… Naif yerden baktığı arkadaşlık hikayesiyle, tatlı bir iz bıraktı bende film. Zengin ve şımarıklıkların yanı sıra, travmalarla dolu bir baba-oğul ilişkisinin yolculuğu güzel işlenmiş. Bu yolda kendine zarar veren bir çocuğun, çocuk aklına sahip bir adamla kurduğu arkadaşlık bağı çok güzel anlatılmış. Ayrıca Jamel Debbouze'un mükemmel oyunculuğu da filme ayrı bir artı katıyor. Sabaha tatlı bir başlangıç yapmak, eğlenmek ve kafa dağıtmak için izleyebileceğiniz bir film olmuş.
Kubrick hayranları Sinema Müzesi’nde can buldu
Sinema adına yapılmış en kapsamlı müze olan İstanbul Sinema Müzesi’nin daha önce de gezmiş ve büyük bir mutlulukla oradan ayrılmıştım. İkinci kez müzeyi gezmemin anlamı ise başkaydı. “The Shinning” ve “Clockwork Organge” filmleri benim için ‘timeless’ anlam ifade eden Stanley Kubrick adına yapılan sergiyi gezmek niyetiyle bu kez müzedeydim. Benim için muazzam bir gezi oldu. Hücre hücre, detay detay Kubrick var bu sergide. Beyni bambaşka çalışan ve bu çalışma halini filmlerine de yansıtan muazzam adam Kubrick adına yapılan sergi, ona daha da yaklaşmamı ve gözden kaçmış başka filmlerini de izleme isteğime sebep oldu.
Sergi bu arada iki katta oluşturtulmuş. İlk katta filmlerde kullanılan objeler, birçok film için yapılmış ayrı ayrı alanlar (en favorim Clockwork Orange), Kubrick’İn sette kullandığı eşyalar, kostümler gibi detaylar vardı. İkinci kat ise 1968 yapımı “2001: A Space Odyssey” filminin temasını taşıyor. Filmdeki uzay mekiğinden esinlenerek hazırlanan alan, hayran olunası bir dekora sahipti. Sergiyle bir kez daha; Kubrick hakkında bilmediğim birçok şey olduğunu ve saygı duyulası bir hayranlığa sahip olduğumu bir kez daha fark ettim. Hala gezmediyseniz, şiddetle gezmenizi tavsiye ediyorum.