Bazen düşünüyorum, acaba sanat olmasaydı bu zor dünyada tutunacak neyimiz olabilirdi? Zor süreçlerden geçtiğimiz şu günlerde bir çoğumuz dizilere, filmlere ve sanatın üretkenliğine tutunuyoruz. O yüzden diyorum ki, iyi ki sanat üretimi durmuyor ve devam ediyor. Bu hafta birbirinden güzel karşılaşmalarla dolu bir hafta geçirdim. Yıllardır heyecanla beklediğim ve çocukluğumun idol sanatçılarından biri olma yolundayken kaybettiğimiz Barış Akarsu anısına çekilen “Barış Akarsu: Merhaba” filmini izledim. Sinema salonunda vizyona girmiş film izlemeyi özlediğimi hissettiğim anda, ikinci film “The Menu” de aynı heyecanla karşılaşma yaşadığım bir film oldu. Ayrıca DisneyPlus’ta yayına başlayan “Ben Gri” dizisi de ilgimi çeken bir diğer diziydi. Ve tabi ki tiyatro izlemeden geçmeyen bir hafta dedim ve Tatbikat Sahnesi’nin yeni oyunu “Cehennem”de kadrajıma takılan bir oyundu.
Şimdi çıksam karşına, desem yeniden merhaba: “Barış Akarsu Merhaba”
Bazı ayrılıklar zamansız gelir, sanatçı Barış Akarsu’nun aramızdan ayrılışı da çok talihsiz ve çok erken bir kayıptı. “Barış Akarsu: Merhaba” filmini duyduğum andan beri aşırı heyecanlıyım, benim çocukluğum için çok özel bir insan Barış Akarsu çünkü… Yarışma sürecinde bile desteğim tamdı. Kaza geçirdiğini duyduğum anda moralim bozulmuş ve ölümünü öğrendiğimde de kahrolmuştum. O yüzden bu filmi izlemek ve Barış’ın hayatından bilinmeyenlere şahit olmak çok önemliydi benim için. Filmin genelinden zaten duygusal anlamda çok etkilendim, hatta birçok yerinde ağladığımı bile söyleyebilirim. Barış’ın Amasra ve Bartın’daki ünlü olmadan önceki süreci çok tatlı anlatılmış. Özellikle çocukluğu, dedesiyle kurduğu bağ ve dedesinin “Tek bir şey ol, en iyisi ol” diye verdiği öğüt dikkat çekiciydi. Halikarnas Balıkçısı’nın “Aganta Burina Burinata” detayı da ilgi çeken bir detaydı filmde. Büyüdüğü ve müzikle haşır neşir olmaya başladığı süreçle beraber aslında hayatındaki türlü türlü değişimler de merak unsuru eklenerek anlatılıyor filmde. İstediğini elde etmek için yattığı yerden gocunmaması, şansın yanında olması ve yeteneğinin farkına varanların onu hep yüreklendirmesi güzel detaylar.
Akarsu’nun yarışma sürecinde tanınmasıyla beraber hayatımızda oluşu, bir bakıma şahit olduğumuz sahneleri de akla getiriyor. Mesela Barış’ın yarışmanın anneler günü özel bölümünde annesine sarılarak “Annem” şarkısını söylediği an unutulmaz, keşke filme bu sahne eklenseymiş dedim içimden. “Yalancı Yarim” dizisinden detaylar da görmek güzel olabilirdi belki… Tabi ki başka aklımıza genel anlar da var, ama filmin dünyası bambaşka bir dünya olarak tasarlanmış ve bunu ilerledikçe görebiliyorsunuz. Barış’ın şöhret olmasıyla beraber kız arkadaşıyla yaşadığı çıkmazlar, hayatının bir anda değişmesi, Bodrum’a gidişi ve yaşadığı trajik ölüm… Filmde daha çok Barış ve Zeynep arasındaki ilişki ve şöhretin değiştirdiği hayata odaklanılmış. Aslında hepimizin bildiğinden çok bilinmeyenlere odaklanması bu filmin çok iyi olmuş. Nalan karakterini tanımamız ve onun hikayeye kattığı etki, Amasra ve Ereğli’de yaşananlar ve yarışmaya başvurma sürecinde yaşadıkları beni çok tatmin etti mesela. Bu noktada güzel detaylarla dolu, biraz da kurgusal bir biyografi filmi ortaya çıkaran yönetmen ve senarist Mert Dikmen’i kutlamak gerek.
İsmail Ege Şaşmaz, Barış’a hayat vermiş resmen Barış’ı yaşamış bence. Barış’ın saf iyilikle doldu kalbini adeta açmış Şaşmaz filmde, hal ve tavır olarak da Barış’a can verirken mükemmel bir performansa imza atmış. Konser sahnelerinde özellikle o kadar gururlandım ki, hele Akarsu’nun yarım kalan “Merhaba” şarkısını söylediği anda hayali bir anı yaşamak o kadar güzeldi ki… Akarsu’nun annesi Hatice’ye hayat veren Ebru Nil Aydın mesela, o da karakteri yaşamış ve yaşattırmış izleyiciye… Hatice Akarsu’nun oğluna olan düşkün yanını o kadar güzel canlandırmış ki Ebru Nil Aydın, alkışlamalı… Zeynep’e hayat veren Almila Ada’nın saf ve masum oyunculuğu nefes aldırıcıydı. Ayrıca Şafak Pekdemir ve Burak Satıbol’un da dikkat çeken performanslara sahip olduğunu es geçmemeli…
Bir ziyafet nasıl zulme dönüşür: “The Menu”
Dünyaca ünlü bir şef gardının ardındaki katil! Şaşırtıcı, hiç beklenmedik olay silsilesini doğru kurgulayan ve nesli oyuncularla süslenmiş filmlere bayılıyorum. Korkuyu ve absürt bir şekilde kendimi kahkaha atarken bulduğum filmlerden de keyifle çıkıyorum. “The Menu” yü izledikten sonra salondan, sinemaya doymuş bir şekilde leziz bir film tattığımı düşünerek çıktım. Filmdeki yemekleri izledikten sonra, koşa koşa yemek yemeye gittiğimi de unutmam imkânsız. Issız bir ada, adada kurulmuş aşırı pahalı bir restoran, gizemli aşçılar ve her meslek kolundan müşteriler ve planda olmayan davetsiz misafirler… Hikayenin ilerleyiş şekli, beklemediğimiz anların oluşumu, zeki ve kurnaz karakterler eklenmesi çok yükseltiyor. ‘İntikam soğuk yenen bir yemektir’ klişe sözünün kalıbı dılına çıkan film, adeta intikamın alev alev bir kaynar kazanda yenen ve korkarak titreyerek yenen bir yemek olduğunu kanıtlıyor. Sanat ve görüntü yönetimi muhteşem ötesiydi bir yandan da. Filmde özellikle Anya Taylor-Joy’un cesur ve güçlü oyunculuğu dikkat çekiyor. Ralph Fiennes’ın şaşırtıcı ve öğün karakterini izleyiciyle yansıtış şekli mükemmeldi. Filmin adeta sürpriz ve şaşırtıcı oyuncusu olan Nicholas Hoult’u izlemek harikaydı, aşırı özel bir tipti ve filme dinamik katan leziz bir karakterdi.
Karanlıklar içinden bir çığlık: “Cehennem”
Sanal bir dünyada gerçeklerle ne kadar oynayabiliriz? Peki bu gerçeklerin acısıyla karşılaşırsak, bu acıya ne kadar katlanabiliriz? Erdal Beşikçioğlu’nun Genel Sanat Yönetmenliğini üstlendiği “Tatbikat Sahnesi”nin yeni oyunu “Cehennem”i geçtiğimiz günlerde izledim. Pandemi öncesinde de sahnelenen oyun, yeni versiyonu ve kadrosuyla izleyicisiyle buluşmaya başladı. Ben de yeni versiyonunu ilk izleyenlerden biri oldum. Dilim nutkum tutularak nefis bir tiyatro seyrine daldım. Jennifer Haley’in yazdığı ve Elvin &Erdal Beşikçioğlu ikilisinin yönetmenliğinde çıkan oyun, ‘sanal mı gerçek mi?’ sorgulaması yaşatırken, gerçeklerin acı yanlarını en sert haliyle tüyler ürpertici şekliye izleyicisine aktarıyor. Bazı sınırları hadsizce aşmak, çiğlikleri gurur duyarcasına haykırmak ve pişkince üste çıkmak üzerine ciddi bir eleştirisi var oyunun. Sahne dekor tasarımı bir harikaydı, özellikle iki katlı dönen paravanlar ve sallanan at oyuncağı sahneye renk veriyor. Tabi ışığın oyuna kattığı karakteristik özelliği de es geçmemeli, dijital ekranlar ve kameranın da dahil olarak oyun içinde film izleme tadı da çok güzel duruyordu oyunda. Ve oyuncuların kostümleri ile makyajları da mükemmel ötesiydi.
Elvin Beşikçioğlu’nun daha önce de Gidion’un Düğümü ve Nina oyunlarındaki nefis performanslarını izlediğim için, yine iç ısıtıcı bir performans sergileyeceğinden emindim. Elvin Beşikçioğlu’un özellikle ses tonuna hayranım ve bu kez polisiye filmlerden fırlamış bir sorgu dedektifi rolünde de karakteri muhteşem canlandırıyor. Beşikçioğlu her bağırdığında ve öfkesini dile getirdiğinde ellerimi ve dişlerimi sıktığımı hissettim, o öfkeyi o anda seyirciye de yaşatıyor adeta. Ünsal Coşar’ın enfes ve seyir zevki veren oyunculuğunu kaçırmamak gerek. Ve enfes bir performansa sahip olan ve küçük yaşta bir kızın heyecanını en tatlı ve masum haliyle yansıtan Selin Tekman, en büyük alkış da sana… Ayrıca yeni keşfettiğim Adem Aydıl ve Eda Eğilmez de unut vadeden performanslarla oyuna renk veriyorlar.
Merak uyandırıcı ama sarsıcı: “Ben Gri”
Bir adalet savaşçısı, nasıl da esrarengiz olayların bir kahramanı haline geldi? Disney Plus’ta geçtiğimiz ay yayına giren “Ben Gri” dizisi, son dönemde izlediğim en sert, sarsıcı ve bir o kadar farkını ortaya koyan ‘genius’ bir dizi olduğunu hissettirdi bana. Sarsıcı olmasının en büyük nedeni, aslında kurgusunun merak ettirici unsurlar eklenerek yapılmış olması bence. Tabi ki senaryosundaki olay örgüsünün iyi kurulmuş olmasının da dikkat çekici bir yanı var. Ama hikaye içerisinde izlediğimiz bir olayın, aslında bambaşka nedenlerden dolayı o şekilde olduğunu ve tahmin etmediğimiz gelişmelerin bambaşka sonuçlar doğurduğunu görüyoruz. Bir yandan dizide adalet savaşçısı bir karakterin yaşadığı dönüşüm ve karşı tarafa yavaş yavaş istemeye istemeye geçiş halini da çok iştahla anlatıyor dizi. Dijital dünyanın yavaş yavaş kurbanı olma halimiz, vicdan sorgulaması ve insanoğlunun yanlış ya da doğru kararlar almaya zorla itilmesi çok sağlam anlatılıyor. Ufak tefek mantık hatalarının da dijital platformlarda yayınlanan dizilerde olmaması gerektiğini düşünerek, özel bir okuldan öğrencilerin dışarı çıkıp sonra okuna gün içinde dönmelerinin yasak olduğunu da belirtmeden geçmemeli.
Timuçin Esen yine harika ve lezzetli bir performansla Fuat’a hayat veriyor. Her sahnede Esen’i izlerken; hiç teklemeden, karakterine sonuna kadar sarılmış ve psikolojini iyi kavramış olduğunu hissedebiliyoruz. Alican Yücesoy da gizemin i hissedebileceğimiz karaktere başarıyla hayat veriyor. Özellikle 56. Altın Portakal’da ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü paylaşan Alican Yücesoy ve Mücahit Koçak’ı dizide bir araya getirme ve karakterlerini çarpıştırma fikri bence harika olmuş. Ki bence Mücahit Koçak da Ebru Özkan her zamanki güçlü performansıyla arz-ı endam ediyor. Buçe Buse Kahraman da başarıyla karakterine hayat veriyor. Ama özellikle İlayda Akdoğan’ın etkileyici performansı dikkat çekiyor. Özellikle karakterin sır küpü hali ve gizemli halini çok başarıyla aktarıyor.