Hayatın akışına kapılıp giderken, kendimize hiç dönüp bakıyor muyuz? Evet, hayat pahalılığı hepimizi zor durumlara soktu, yapacağımız her hamleyi üç dört kez düşünmemiz gerekiyor. Peki hiç kendimize soruyor muyuz, en son ne zaman delicesine eğlendim diye? Bazen önünü ardını düşünmeden bir yola çıkmak, insana birkaç günde olsa keyif vermez mi? Bu hafta takip ettiğim film festivali, konser ve tiyatroları tıpa tıp bu düşünceyle geçirdim. O yüzden kafam rahat, keyfim yerinde ve mutlu hissediyorum. Tabii bir yandan kariyer hayatımızı düşünmeden edemiyoruz eğlencenin yanı sıra. Hepimiz düşünüyoruz ‘işimde nasıl daha iyi olabilirim, rakiplerime nerede fark atabilirim?’ diye… Tabii daha hırslı insanlar da yok değil, daha kötü düşünen. Bu durumun iyi örneklerinden bir tanesi olmaya aday “Kuş Uçuşu” dizisini Netflix’te takip ettim. Ayrıca Gain’de yakaladığım bir ‘neo-belgeselcik’ örneği de oldukça aklımı kurcalayan bir takip oldu. Aslı İnanık’ın sunduğu “Heykel Mi?” belgeseli, hem düşündürücü hem de kafa kurcalayıcı tatta… Dilerseniz bu hafta kadraja takılanlara hızlıca bir göz atalım…
En yükseğe çıkmak için rakiplerini ez geç: Kuş Uçuşu
Kariyerimizde ve hayatta bir numara olmak isteriz kimi zaman. Herkes bize saygı duysun, bizi en sevmeyenler bize boyun eğmek zorunda kalsın ya da herkes bizi fark etsin isteriz. Ama bunun için yolumuzdaki savurmak ya da ezmek geçmek mi çaredir? Hırsımızı kontrol edemeden başarımızla yükselemez miyiz yavaş yavaş, yoksa kısa yoldan ezip geçerek mi yükselmek çaredir? Netflix’te yeni yayına giren ve ilk andan itibaren tartışma yaratan “Kuş Uçuşu” dizisi, bu soruları sekiz bölüm boyunca beyinde gezdiriyor. Söz konusu medya sektörü olunca, içerisinde yer alan birisi de olarak aslında çalışma hayatımda bizzat şahit olduğum şeyleri izledim dizide.
Son dönemde çokça konuşulan X kuşağı ve Y kuşağı üzerinden çatışma yaratan dizi, aslında ‘av mısın avcı mı?’ sorusu üzerinden medya sektörünün dinamiklerini ele alıyor. En ufak hırsla yalan habercikle en yakın arkadaşının ayağını kaydırma isteği, tehlike sezerek önlemini önceden almak ve daha hırslı birini bulmak, sevdiğinin peşinden giderek onu çaresiz de olsa asla bırakmak istememek de bu noktada dizinin incelediği durumlar arasında.
Sosyal medyanın nasıl bir güç olduğunu ve gerektiğinde bir insanı tamamen bitirebileceğini de gördüğümüz dizide, en zirveye sıçramanın öz güven işi ve sempatiklik olduğunu da hissedebiliyoruz. Bu noktada Miray Daner, Aslı karakterinin içinde yaşadığı hırsı ve isteği başarıyla performe ediyor. Tabii en zirvedeki sunucu Lale’ye hayat veren Birce Akalay da, tırnaklarıyla kazıya kazıya geldiğini ve tecrübesinin asla unutulmaması gerektiğini belirttiği karakteriyle başarılı performans sergiliyor. Nejat İşler’in anlatıcı olarak dizide sesiyle verdiği rengi de çok sevdim.
Ayrıca Defne Kayalar için yapılan saç ve makyaj tasarımı bir harikaydı, tam bir asalet göstergesiydi. Peki dizide mantık hataları yok mu, tabii ki de fazlasıyla var hatta sayılamayacak kadar. Mesela bu kadar işini planlı programlı yapan Aslı, nasıl olur da gizli kamera gibi basit bir detayı unutur? Ya da kocaman bir caddede, arabada bulunan Lale’ye seslenen kalabalık halk gibi… Aslı’nın bodrum katta yaşayıp en pahalı telefonu kullanması gibi… Ya da Lale ile Aslı arasında yaşanan iktidar mücadelesinin zorluklarla başlayan ve bir anda zirveye ilerleyen halinin bu kadar hızlı yaşanması gibi… Senaryodaki ufak detaylara dikkat edilebilir miydi, elbette. Ama buna rağmen sektörde yaşanan mücadeleler üzerine böyle bir dizi yapılması bile bence hepimize iyi geldi. Belki de bundan sonra herkes iş hayatında daha dikkatli olur, dikkat önemli!
Ah o heykeller, gerçekten heykel mi görüyoruz?
Aslı İnandık’ın seslendirmeleri ve sunuculuğunda yola çıkan “Heykel Mi?” belgeselinin ilk üç bölümünü izledim. Aslında hepimizin yanından geçip gittiği ve incelediğinde ise tuhaf bulduğu şehir heykellerinin ilginç hikayesi, kendi deyimleriyle ‘neo-belgeselcilik’ tanımında can buluyor. Aslı İnandık’ın o kulağa hoş gelen ses tonuyla izlemek de bir ayrı yüzde tebessüm ve seyir zevki veriyor aslında. Fikir olarak da çok önemli bir noktadan yola çıkılmış, Türkiye’de pek çok tartışma yaratan aykırı heykellerin iç yüzü araştırılıyor bu belgesel dizisinde. Alibeyköy’de bulunan mısır şeklindeki heykel incelenirken mesela; hem halkla konuşuluyor, hem heykel bölümü eğitimcileriyle, hem çevredekiler ve finalde heykeli yapan heykeltıraş ile.
Mut’ta bulunan Karacaoğlan ve Karacakız heykelleri incelenirken mesela, şehirdeki diğer heykellere de, hikayenin geçmişine de bakılıyor. Bir yandan da güzellik algısına da bakmak için bir estetik cerrahtan da fikir alınıyor, ki bu da dikkat çekici bir detay. Belgeseldeki araştırmacılığın dizilimi de çok planlı bir şekilde ilerlerken, absürt mizah da bu araştırmacılığa uyumlu bir yarenlik ediyor. Aslı İnandık bu noktada çok güzel bir seçim olmuş araştırmacı, seslendirmen ve soruları soran kişi olarak. Kısacası ilk defa bir belgesel dizisi izlerken, bu kadar merakla, keyif alarak ve gülerek takipte kalmamıştım. Tüm yaratıcı ekibinin ellerine sağlık!
Kadınların sinemadaki dayanışması Uçan Süpürge, 25 yaşında!
Çeyrek asıllık bir geçmişi geride bırakan ve 25. yılında Ankara’da sinemaseverlerle buluşan “Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali”ni takip ettim. 8 yıldır takip ettiğim festival, bu yıl dünyanın her bir yerinden gelen kadın sinemacıların filmleriyle harika bir 10 gün yaşattı. On dokuz tane film takip ettiğim festivalde bu yıl direktörlüğü üstlenen Nil Kural, harika bir film seçkisi oluşturmuştu. Türk sinemasının sultanı Türkan Şoray’ın açılış yapmasıyla başlayan festival, dolu dol salonlardaki filmler ve etkinliklerle devam etti. Festivaldeki favori filmlerinin birçoğu, büyüme ve gelişme hikayeleri üzerine oldu. Favori filmlerimden “Dursun Dünya” içine kapanık Masha adlı genç kızı anlatırken, bir erkek ve kızın sadece arkadaş olması üzerine de güzel bir anlatısı ve dramaturjisi olan filmlerden bir tanesi. Soylu ve işçi sınıfı arasına çizilmiş çizgi hakkında iyi bir film olan “Kerata”, nail bir aile hikayesinden gerilimli bir kovalamacaya dönüşürken güçlü bir anlatım sunuyor. Cenaze sürecinde bir insanın başına gelebilecek tüm absürtlükleri bir araya getirerek ağızda acı bir tat bırakan olan “Hayat Üzerine Bir Film” de unutamadığım filmlerden. Hayranlıkla izlemeye başladığım ama bir süre sonra hayal kırıklığına uğratan bir final yapan “Bir Aşk ve Arzu Hikayesi”, Arap edebiyatını temeline alarak bir aşk filizlenmesi öyküsü yaratıyor. Netflix dizisi “Sex Education”un oyuncularından olan Sami Outalbali’nin performansı dikkat çekiyor.
Bir mutfak, bir işçi hareketi, yaralı aşk, çaresiz bir usta
Şener Şen’in yıllar sonra sahneye dönüşünü müjdeleyen “Zengin Mutfağı” oyununu ikinci kez izleme şansı buldum. Oyunda rol alan sevgili Gizem Ergün’ün daveti üzerine ilkini açık havada ikincisini ise kapalı salonda izlediğim Zengin Mutfağı, Şener Şen’i sahnede görmenin yarattığı büyük heyecanın yanı sıra büyüleyici bir dekorla karşınıza çıkıyor. 15-16 Haziran 1970 tarihinde yaşanan işçi olaylarının gölgesinde zengin bir ailenin mutfağında çalışanlara odaklanan oyunda; ele geçirilen gücün nelere kadir olabileceği, ufacık bir umudun ve mutluluğun bir anda nasıl yerle bir olabileceği, av ve avcının bir anda nasıl da yer değiştirebileceği ve aslında hayal ettiğimiz her şeyin nasıl da yerle bir olabileceğini gösteriyor. Usta sanatçı Şener Şen’in sahnenin bir ucundan bir ucuna zıpladığı muhteşem anlara şahit olmak muhteşem bir şey. Gizem Ergün’ün umut vadeden büyük performansı dikkat çekiyor, umarım daha başka projelerde de güzel yüzünü ve güçlü oyunculuğunu izleriz. Ayrıca Onay Kaya’nın canlandırdığı Selim karakterinin dönüşümü dikkat çekiyor. İki perdede de karakterdeki değişimini başarılı bir performansla oynayan Kaya’ya da büyük bir alkış…
Vinç üzerinde deli var
Erdal Beşikçioğlu’nun yıllardır sahnelerde tiyatroseverlerle buluştuğu ve dev bir prodüksiyonla harikalar yarattığı “Bir Delinin Hatıra Defteri” oyununu, pandemiden sonra yeniden izledim. Mavi bir vinç üzerinden seyircisine seslenen Erdal Beşikçioğlu’nu, daha önce tiyatro sahnesinde vince en yakın yerden izlemiştim. En yakınındaki izleyicinin gözlerinin içine baka baka oynayan Beşikçioğlu’nu bu kez, ODTÜ Vişnelik’te bulunan açık hava sahnesinde büyük bir keyifle izledim. İş sürecinde yaşadıklarını anlatan ve hatıra defterinde yaşadıklarını not eden deli bir adamın hikayesini izlediğimiz oyun, Beşikçğoğlu’nun büyüleyici performansıyla beraber ışıklı bir görsel şölen vadediyor. Vincin bir köşesinden öbür köşesine durmadan zıplayan ve hem komik hem dramatik şekilde anıları anlatan Beşikçioğlu, seyircisini de oyunun içine katarak bazen kendisine bile göndermelerde bulunuyor. İzlemeyenler görsel bir şölen kaçırıyor, hatta Beşikçioğlu turneye çıkmışken bu fırsatı kaçırmayın derim ben!
Hep beraber bir yaz akşamında Melike Şahin’le tutuştuk
Şarkılarını bir arkadaşım sayesinde birkaç yıl önce keşfettiğim ve dinlediğimde bana farklı bir huzur verdiğini hissettiğim Melike Şahin’in bu kez konserine gittim. !F Performance’ın açıkhava sahnesinde izlediğim Şahin’i bu kez yakından ve canlı dinlemek harika bir histi. Deli Kan, Bedelini Ödedim, Geri Ver, Öpmem Lazım ve Tutuşmuş Beraber gibi klasikleşmiş şarkılarıyla başlangıç yapan Şahin, daha önce Ankara’da verdiği ilk konseri hatırlattı. İlk konserinde çok az insan olduğunu belirten ve bu konserinde bu kadar kalabalıkla karşılaştığı için çok mutlu olduğunu söyleyen Şahin, verdiği konserin öncesinde sosyal medyadan da güzel enerjili yorumlar okuduğunu belirtti. Ankara’da verdiği konserlerin her zaman anlamlı olduğunu söyleyen Şahin, son dönemde benim de çok sevdiğim “Pusulam Rüzgar” şarkısını söyledi. Yeni şarkısı Nasır’ı da yorumlayan Şahin, konserini kalabalık ve konser alanı dışına taşan bir kalabalığa gerçekleştirdi.