Çok uzaktan da değil, yakınımızdan bir festivalle Dizi Doktoru’na merhaba diyorum. Yıllardır yapılan, ama ilk defa geldiğim bir üniversite film festivalindeydim. 21. yılında Eskişehirli sinemaseverlerle buluşan Eskişehir Uluslararası Film Festivali, sinema öğrencilerinin sektörle buluşma heyecanına herkesi davet eden bir festival olarak öne çıkıyor. Tabii bir yandan da öğrenci ve öğretmen dolu ekibiyle ‘kısıtlı imkanlarla bir festival nasıl yapılır?’ dersi de veriyor festival… Pandemi günlerinde bizi, özellikle beni ayakta tutan yegâne şey oldu film festivalleri… Uzaktan da olsa bir şekilde yeni filmlerle buluşmak hepimize güç verdi. Ama hepimiz fiziki olarak bir araya gelmeyi ve başka şehirlerde film izleyip o şehri gezmeyi de özlüyor, seviyorduk tabii… İki yıllık pandemi arasından sonra geri dönen Eskişehir Uluslararası Film Festivali, sinema yıldızları, güncel filmlerin yaratıcıları ve sinema eleştirmenlerinin kavuştuğu tatlı festivallerden bir tanesi oldu…
Erkenden gelip hazırlıklarına şahit olduğum festival, Anadolu Üniversitesi kampüsünde bulunan ‘Sinema Anadolu’yu ana merkezi olarak alıyor. 2 Aralık’ta hazırlıkların tam gaz sürdüğünü ve üniversite öğrencilerinin festival için çok heyecanlı olduklarını gözlemledim. Ayrıca festivalin kampüsün dışarısına da çıkarak, şehirdeki kafelerde ve mekanlarda da biliniyor olması son derece sevindirici. Her yer afiş doluydu ve herkes filmleri takip etmek için gönüllüydü. Festivalin ilk gününde ilk filmim “Drive My Car”ı izlemek için, bir diğer gösterim merkezi Özdilek AVM’de bulunan Cinetime Sineması’ndaydım. 3 saatlik filmin ardından koştur koştur açılış törenine gittim. Ödül alanların heyecanı, izleyicinin festival heyecanı derken, geceye ‘Sinema Onur Ödülü’ alan Nur Sürer damga vurdu. Sürer ödülünü, Gezi Parkı eylemleri sürecinde Eskişehir’de hayatını kaybeden Ali İsmail Korkmaz’a adadı. Yılın performansı ödülü ise, iki oyuncuya verildi. Geceye katılamayan ama hem ‘Beni Sevenler Listesi’ hem de ‘Bir Nefes Daha’ filmlerindeki performanslarıyla son döneme damga vuran Hayal Köseoğlu, keyifli bir video göndererek ödül için teşekkür etti. ‘Cemil Şov’ filminde büyüleyici bir performans sergileyen Ozan Çelik’e verilen ödül de sevindiren bir gelişme oldu.
Genel olarak farklı farklı izleyicilerin farklı farklı filmlerde salonlarını doldurduğunu gözlemlediğim festivalde, yabancı filmler izleme şansı buldum. Türkiye prömiyerini yapan “Parallel Mothers” ve olaylı film olarak dikkat çeken “Kürtaj” filmlerini bol izleyici dolu salonda izledim. Ayrıca yönetmen Ozan Açıktan’ın “Dijital Ortam İçin Film Üretmek” başlıklı söyleşisini de takip ettim. Yönetmenlik performansını oldukça beğendiğim Açıktan’ın hikayesine çok hakim değildim, ama bu söyleşi sayesinde tüm hikayesini dinlemiş olduk. Özellikle iletişim öğrencilerinin ilgiyle takip ettiği söyleşide Açıktan, sektörde yönetmenlik sürecinde geçtiği yolları, zorlandığı dönemleri, mutlu olduğu ve şaşkınlık içinde kaldığı dönemleri de paylaştı. 2014 yılında vizyona giren ve yönetmenliğini üstlendiği ‘Silsile’ filmi için çok emek sarf ettiğini anlatan Açıktan, filmin en çok İstanbul-New York uçuşunda izlendiğini belirtti. Gülse Birsel ile ‘Aile Arasında’ filminden önce başka bir senaryo için bir araya geldiklerini anlatan Açıktan, filmin yapım sürecinde uyumlu bir ikili olduklarını belirtti. ‘Yarına Tek Bilet’ filminin ilk olarak vizyon için yapıldığını ancak Netflix’in çok beğenmesiyle beraber dijital platform filmine dönüştüğünü söyleyen Açıktan, Netflix’le uyumlu bir çalışma süreci yakaladıklarını ve son filmi ‘Geçen Yaz’ hakkında çok güzel geri dönüşler aldığını söyledi. Söyleşi, öğrenciler tarafından sorulan sorularla beraber başarıyla devam etti.
Hangi filmleri izledim?
Festivali, Ryusuke Hamaguchi’nin yönettiği bir eser uyarlaması Japon filmi “Drive My Car” oldu. Bir yönetmen ve oyuncu olan Yusuke’nin iki farklı dönemde iki farklı hikayesine odaklanan film, özellikle karakterin, kendisine tahsis edilen genç kadın şoförle kurduğu bağa odaklanıyor. Bol bölümlü ve bol hayatlı bir film olarak öne çıkan Drive My Car; aslında ihanet, masumiyet ve hayata karşı yerden devam etme ve ihtimaller üzerine güçlü bir hikaye sunuyor. 3 saatlik anlatısı ve bunun neden olan uzun monologları, filmden kopmaya neden de oluyor. Ama hayatın bir yerden sonra şanslar sunması, talihsizlikler ve ihtimaller düşünmek çok güzel anlatılıyor. Benzer acıların bir araya gelmesi, ilham kaynaklarının sınırı sorgulaması ve önlem alınması üzerine bir dizi fikir elde ediliyor filmden. Film boyunca ve film bittikten sonra da bolca düşünme vakitleri vadeden filmde, Hidetoshi Nishijima’nın karakterine sıkı sıkıya bağlanmış performansına şahit oluyoruz. Karakterin yaşadığı travmaları, ruh bozukluklarını ve yaşadıkları durumlara karşı verdiği reaksiyonları başarıyla ele alan Nishijima, Tôko Miura ile de izlemesine doyulmaz bir ikili oluveriyorlar.
Asghar Farhadi’nin merakla beklediğim yeni filmi “A Hero” yani “Kahraman” kavuşma yaşadığım filmlerden bir tanesi oldu. Cannes’da prömiyer yapan film, ödeyemediği bir borç nedeniyle hapis cezasıyla sınanan Rahim’e odaklanıyor. Sorup sormadan ve araştırmadan herkesi göklere çıkarmanın acı çıkışını portreleyen film, aslında önemli ve güzel bir noktadan çıkış yapıyor. Başarıyla da ilerleyen senaryo, bir süre sonra saflığın hırsa dönüşümü dengesinde sorun yaşıyor. Bir dolu karışıklığı akılda bırakan film, bu yanıyla absürt de bir hal alıyor aslında. Absürt derecelerle varan kahramanlık hikayesini güzel çizen Farhadi, baş karakterinde tam bir kalıbının adamı imajı çizmiyor. Bir olayın ne denli dallanıp budaklanabileceği konusunda iyi bir yaratım yapan film, başarılı oyunculukları ve ruha iyi gelen İran'ı da güçlü bir şekilde arka planına alıyor.
Antoneta Alamat Kusijanović’in yönettiği Hırvatistasn yapımı “Murina” ise, ilgisiz ebeveynlerinin bir anda kölesi haline gelmiş genç bir kıza odaklanıyor. Monoton yaşam ve aile içi sağlanmış dengenin bir misafir tarafından bozulması da, genç kızda gemileri yakma gücü gelmesine doğru sürüyor. Sorunlu ilişkiye sahip bir baba, kız ve anne üçlemi anlatan film, sıkışmışlığı derine kadar hissettiriyor. Düzensizliğin bu kadarı denecek bir his bırakan ve tamamen anti hız yaratan karakterleri içinde barındıran film, insanın kendi kaderini kendisinin değiştirmesi gerektiğine parmak basıyor. Ancak film boyunca nefret kustuğumuz baba karakteri, filmden nefret etmemize ve hatta koltukları yumruklamamıza sebebiyet veriyor. Bazen hayat, başkaldırının ta kendisidir diyoruz bir noktada…
Afganistan’ı animasyon şekilde resmeden ve umut vaadi sunan “My Sunny Maad” yani “Güneşli Maad”, çek bir kadın olan Herra’nın Afgan bir adama aşık olmasıyla değişen yaşamını anlatıyor. Çocukları olmayan Herra ve Nazir’in hayatına bir evladın girmesi, bir şekilde tüm ailede değişimin olmasına neden oluyor. Hayatın mucizelerle, beklemediğimiz olaylarla ama bir o kadar da zorlu yollarla dolu olduğunu tattıran Güneşli Maad, Çek bir kadın ve Afgan bir adam arasındaki aşkla başlıyor. 'Acının ilacı var mıdır?' sorusu üzerinden doğuda yaşanan sorunlara odaklanan film, yakın geçmişten de besleniyor. Hayatımızla ilgili aldığımız kararlara ne kadar çok dikkat etmemiz gerektiği konusunda önemli bir noktaya parmak basan film, tesadüflerin ne derece hayat çizgimizi değiştirebileceğinden de söz ediyor. Gerçekçi diliyle animasyonu harmanlayan yönetmen kaliteli bir iş çıkarmış olsa da, kırıklık hissi yaratan final adımıyla izleyiciyi yerle yeksan ediyor. Kendi finalinden çok daha erken bir bitiş hak eden film, bir yandan gözyaşı akıtıp sevginin gücünü de unutturmuyor.
Yine naif ve duygu bir dünyaya izleyicisini sokan Pedro Almodovar, “Parallel Mothers” ile annelik ve aile bağları üzerine bir düşünme seansı sunuyor izleyiciye. Türkiye’de ilk kez Eskişehir’de gösterilen film, kaçamak aşkından hamile kalan Janis’i merkezine alıyor. Aynı gün aynı hastanede Ana ile beraber bebek doğuran Janis, bir yandan da büyükbabasının köklerini arıyor. En büyük travma ise, bebekler üzerinden dönüyor filmde… Hikayeyle uyumlu bir görüntü dili yakalayan film, ne yazık ki senaryosundaki basit hatalarını gizleyemiyor. Gizem ikilemi de kurulamazken, üstüne sürekli tahminlerin tuttuğu bir halde buluyorsunuz kendinizi. Aklınıza tam da bu noktada ‘Paramparça’ dizisi geliyor. Çocukları hastanede karışmış iki farklı aile kavramı, burada bekar anneler üzerinden dönüyor. Final karesiyle aslında filmin hikayesinin özetlenmesi, ruh haline göre saç değişimi ve annelik iç güdüsü bağı içtenlikle anlatılmış. Benzerliklerin yanında Almodovar’ın ‘auteur’ yönetmenlik tarzından taviz vermediğini hissetmek güzeldi. Ayrıca Penelope Cruz'un göz doldurucu performansı ve muazzam güzelliği filmi izlemek için bir neden oluyor. Milena Smit ve Rossy de Palma da dikkat çekici performanslar sergiliyor.
Uzun süredir merak ettiğim, gösterildiği Venedik, Antalya ve Ankara gibi festivallerde izleyiciyi bayıltan film “L'Evénement” yani “Kürtaj” filmini de nihayet izledim. Başarılı bir öğrenci olan Anne’nin hamile olduğunu öğrenmesi, hayatında büyük bir travma yaşamasına neden oluyor. Çocuğundan kurtulmak isteyen Anne’nin şansına, 1963 yılında kürtaj olmak yasaktır. Anne’nin yalnız başına ve kendi kaderini kendisinin yazmasına şahit olduğumuz film, aslında anlatım dili ve görüntüsüyle başarılı bir yol ilerletiyor. Gerginlik içinde bir izlemeyle başladığınız Kürtaj, sarsıcı ve bayılma unsuru bir sahneyi içerisinde vermiyor. Tabii herkesin ne yaşadığını bilemeyiz, ama benzer yollardan geçmiş kişileri etkileyen bir yönü de yok değil. Bu konuyu ilginç bir gerginlikte anlatan film, özellikle bu sahnelerin gerekli olup olmadığı konusunda kafamızda düşünceleri dolduruyor. Aslında izleyiciyi çok da o gergin hale sokmadan, başladığı naif yönüyle sürdürebilirdi film. Bence filmin tek sıkıntısı, tonunu yakalayamamış olmasıydı… Filmin başrolü Anamaria Vartolomei’nün parlayan bir oyuncu olduğunu söylemek mümkün…